Neler yeni

Kendilik Psikolojisi ve Saldırganlık

Ayşe86

Kayıtlı Üye
Katılım
6 Eki 2011
Mesajlar
3,577
Beğeniler
4
#1
Kendilik Psikolojisi ve Saldırganlık

Allen Siegel ve Renee Siegel

Çeviri: Nafi Mitrani

Çözümleme: Nil Cörüt - Melis Tanık

Her şeyden evvel, Renee ile İstanbul'da olmaktan çok mutluyuz. Tekrar sizinle birlikte olmaktan çok mutluyuz. İstanbul dünyada en sevdiğimiz yerlerden biri. Dostluğumuz da, ilişkimiz de gittikçe daha yakınlaşıyor.

Yavuz bana grubun saldırganlık konusunda çalışmakla ilgili istekli olduğunu söyledi. Çünkü başka ekollerden gelen insanların kendilik psikolojisinin saldırganlıkla uğraşmadığı gibi bir eleştirisi var. Sizce de bu böyle mi? İnsanlar sizi bu gerçek psikanaliz değil saldırganlıkla ilgilenmiyor diye eleştiriyor mu? Bu yıllardır varolan bir eleştiri. Kohut "Kendiliğin Analizi"ni yazdığından beri ortalıkta. Bence bunun sebebi ve kökeni eleştiride bulunanların Kohut'u ve kendilik psikolojisi hakkındaki materyalleri okumamaları. Bence bu eleştiri çoğu zaman bilgi eksikliğinden kaynaklanıyor. Saldırganlığı ele alabileceğimiz en iyi yol; psikanalitik anlamda farklı yaklaşımları ele alıp karşılaştırmak. Önce Freud'la başlayacağız. Saldırganlık kavramını psikanalize sokan ve zaten psikanalizi de başlatan Freud. Ondan sonra onun takipçilerine geleceğiz. Klein üzerinde duracağız. Sonra da Kohut'un saldırganlık hakkında neler dediğine bakacağız.



Saldırganlıkla ilgili benim en sevdiğim alıntılardan biri: Freud'un "Uygarlık Hoşnutsuzlukları"nda. Elinde olan varsa; sayfa 110'daki bir dip notunda. Bu, Freud'un Heinne'den yaptığı bir alıntı. Heinne şöyle yazıyor: "Ben çok barışsever bir insanım. Benim hayatta arzuladığım şeyler: basit bir kulübe ama iyi bir yatak, güzel yemekler, sütün ve tereyağın en tazesi, penceremin önünde çiçekler ve kapımın önünde birkaç güzel ağaç ve eğer Tanrı benim mutluluğumu eksiksiz hale getirmek isterse bana düşmanlarımdan altı yedi tanesinin bu ağaçlarda asılı olduğunu görme zevkini bahşedecek. Ölümlerinden önce kalbimde merhametle onların bana yaptığı bütün kötülükleri affedeceğim. Doğru insan düşmanlarını affetmeli, ama ölmeden önce değil".

Freud burada intikamdan bahsediyor. Ama ilginçtir, Freud saldırganlıktan bahsederken, intikamdan çok fazla bahsetmez. Halbuki Kohut bahseder. İntikam fikri çalışmamız boyunca aklımızda tutmamız gereken bir fikir.

Freud'un saldırganlık üzerine söyledikleriyle değil; daha geniş bazı düşünceleriyle başlamak istiyorum. Bunların bir kısmının üzerinde daha önce durmuştuk. Biraz tekrar olacak ama; tekrar, eğitimin önemli bir kısmıdır. Freud'un içinden çalıştığı referans çerçevesini iyi anlamanızı istiyorum.

Freud der ki: birşeyi psikanalitik açıdan kavramak için bir fenomene farklı bakış açılarından yaklaşmak gerekir. Bu farklı bakış açıları, Freud'un metapsikolojisi olarak bilinegeldiler. Metapsikoloji diyor çünkü Freud'un zamanındaki psikologlar bugünkü psikiyatristler gibi sınıflandırmayla ilgiliydiler ve derin anlamlar üzerinde durmuyorlardı. Davranışı tasvir etmekle ilgileniyorlardı; ama anlamı üzerinde durmuyorlardı. Freud'un zamanında psikoloji böyleydi. Freud metapsikoloji derken, psikolojinin ötesini kastediyordu. Freud'un metapsikolojisinde birkaç bakışaçısı vardır. Birincisi, dinamik bakışaçısıdır. İkincisi, topografik bakışaçısıdır. Bugün bu ikisi üzerinde duracağız.

Bütünlük olsun diye üçüncüsünü de söyleyeceğim. Üçüncüsü psikoekonomik bakışaçısı. Bu psikoekonomik bakışaçısı duyguların şiddetiyle ilgili. İlk teorisinde Freud, psişenin içinde dolaşan enerji yüklerinden bahsediyordu. Bugün konuşurken bizim enerjiden bahsetmemiz gerekmez; ama duyguların değişik derecelerindeki şiddetinden bahsedebiliriz. Mesela; mutlu olabilirim, rahatsız olmuş olabilirim, sinirleniyor olabilirim, öfkeli olabilirim.

Dördüncüsü genetik bakışaçısı. Bunun basitçe söylediği; yetişkinlerin duygusal hayatının kökleri çocukluklarındadır. Yani biyolojik anlamda genetik değil; kökensel anlamda genetiktir. 1923'de Freud modelini değiştirmek zorunda kaldı. İd,ego ve süperegodan bahsetti. Yapısal kuramını ortaya koydu. Bu şemayı tanıyorsunuzdur. Burada süperego var. Ego ve id var. Bu modeli 1923'te geliştirdi. Bunun sebebi de suçluluğu açıklayabilmesi için bir şey icat etmesi gerekiyordu. O da süperegoydu. Böylece süperegoyu yani vicdanı keşfetti. Bugün bundan bahsetmeyeceğiz. Eksik kalmasın diye söylüyorum. Bu gün sadece ilk iki bakışaçısı üzerinde duracağız.

Dinamik bakışaçısından bahsedelim. Bu Freud'un en büyük katkısıdır. Zihnin bir parçasının bilincimiz dışında bir şekilde işlev gördüğünü ve duygularımızı, düşüncelerimizi ve davranışlarımızı etkilediğini söyler.

Bir önceki yüzyılın başında, 1900'lerde, bu duyulmamış birşeydi. İnsanın kendi evinin efendisi olmadığını ortaya koymasıyla, neredeyse insanların narsisizmine bir hakaret oluşturuyordu. Halbuki insanlar herşeyin kendi kontrollerinde olduğunu düşünmekten hoşlanıyorlardı.

Biraz da bilinçdışının niteliklerinden bahsedelim. Bilinçdışında negatifler yoktur. Hayal kırıklığı yoktur. Bütün arzular karşılanmış olarak deneyimlenirler. Bunu anlamak çok çok önemlidir. Bilinçdışında bütün arzular gerçekleşmiş olarak deneyimlenir. Dikkat ederseniz, bu küçük çocukların düşünme biçimidir. Ben bunu istiyorum; o zaman, olmak zorundadır. Bu çocukların büyürken öğrenmesi gereken şeylerden biridir: istiyor olmaları gerçekleşmesini gerektirmez. Arzuyla tatmin arasında bir gecikme olabilir. Ya da daha büyük hayal kırıklıkları olabilir. Arzu hiç gerçekleşmeyebilir. Dolayısıyla, bilinçdışı düşüncenin doğası küçük bir çocuğun düşünmesine çok benzer. İstiyorum; öyleyse olacak. Bilinçdışında zaman da yoktur. Bu da çok önemli bir mesele ve hem sorunların, hem de fırsatların kaynağı. Zaman olmadığı için çocukken olan şeyler bugün hala bizimledirler. Yine aynı nedenle, zaman olmadığı için çocukluğumuzda olan ve hala bizimle olan şey tedavide canlandırılabilir. Bu da bir fırsat olur. Negatifler yok. Zaman yok. Birincil süreç düşüncesi var. Birincil süreç, rüyalarımızda işlemekte olan süreçtir. Burada herşey somuttur. Sembolik değildir. Yer değiştirmeler vardır. Bu yer değiştirmeler, bir şeyin bir şeyi sembolize etmesi anlamında değildir. Sembolizasyon benzetim yoluyla olur. Burada bir şey başka bir şeydir. Bilinçdışı aslında bir yer değil; bir kavramdır. Ama bilinçdışından bir yer gibi bahsetmek daha kolaydır. Bilinçdışında anılar, duygular ve bugünkü konuşmamızda çok önemli olan dürtüler ve bu dürtülerin farklı konfigürasyonları vardır. Bunlara bilinçdışı yapılar diyebiliriz. Bunlar fantezilerin, arzuların ve kaygıların kaynaşmasından oluşan yapılardır.

Bilinçdışında en bilinen yapılardan biri ödipal konfigürasyondur. Bilinçdışı gerçekte varolan bir şey olmadığı için; bir kavram olduğu için, dürtüler dışında da bazı konfigürasyonlardan bahsedilebilir. Ve son tahlilde Kohut'un yaptığı da budur. Şimdilik bilinçdışının Freud, Kohut ve Klein tarafından anlatıldığı şekilde içeriğinden bahsedeceğiz.

Freud'a göre bilinçdışında iki dürtü vardır: cinsel dürtü ve saldırganlık dürtüsü. Freud bu fikirleri Darwin'den alır. Darwin bildiğimiz gibi, bireyin kendini korumasından ve türün kendini korumasından bahseder. Bunlar Freud'da cinsel dürtüye ve saldırganlık dürtüsüne tekabül ederler. Böylece Freud'un ikili bir dürtü yada ikili bir içgüdü modeli vardır. Daha sonra göreceğiz ki; Kohut bununla ilgili olarak Freud'un teorisinin biyolojik fikirlere dayalı olduğunu söyler. Bu anlamamız gereken çok önemli bir noktadır.

Klein, Freud'dan sonra geliyor ve o da dürtülerden bahseder. Klein, ağırlıklı olarak saldırganlık dürtüsü ya da yıkıcı dürtünün üzerinde durur. Klein'ın psikolojisinde bu çok çok önemlidir. Saldırganlık dürtüsüyle ilgili Freud'un fikirlerini sürdüren Klein'dır. Kronolojik olarak, daha sonra Kohut geliyor. Kohut narsisizimden ve bilinçdışındaki narsisistik yapılardan bahseder. Bu yeni bir şey değil ama; devam etmeden, bunun da üzerinde duralım istedim.

Topografik modeli herkes biliyor mu? Şimdi değişik saldırganlık kuramlarına geçelim ve Freud'la başlayalım. Dediğimiz gibi, Freud fikirlerini Darwin'den alır. Ve Freud'un ikili bir dürtü fikri vardır. Cinsel dürtü türü korur. Saldırganlık dürtüsü de bireyi korur. Burada, "Uygarlık Uyumsuzlukları"na göre Freud'un sözlerini olduğu gibi aktarmak istiyorum. Bu alıntılar, Freud'un insanoğlundaki doğuştan gelen saldırganlıkla ilgili düşüncelerini içeriyor. İlk alıntıda, Freud daha önce yazmış olduğu şeylerle ilgi diyor ki: "Bütün bunların ardında yatan gerçek şudur ki; insanlar sevilmek isteyen yumuşak başlı yaratıklar değildirler. En fazla saldırıya uğrarlarsa kendilerini korumak isteyecekleri doğru değildir. Tam tersine, içgüdüsel yapılarında saldırganlığın önemli bir payı olan yaratıklardır". Bu da Freud'un saldırganlığın içgüdüsel ve doğuştan gelen bir şey olduğunu söylediği ilk yerlerden biridir. Yine diyor ki: "Bu vahşi saldırganlık bir şekilde provoke edilmeyi bekler ya da kendini başka amaçlara yöneltir". Yani diyor ki; doğuştan gelen hayatta olmanın bir parçası olan bir saldırganlık var. Yine şöyle diyor: "Uygarlık insanın saldırganlık içgüdüsünü sınırlamak için en büyük çabaları göstermelidir. Ancak böylece bunun psişik tepkiler halinde dışa vurulmasının tezahürlerini kontrol altında tutabilir". Yani Freud'a göre saldırganlık en temelde olandır. Daha fazla analiz edilemez ve ön plana çıkmak için her zaman hazır bekler. Yine Freud der ki: "İnsanoğlu zaman zaman günah keçilerine ihtiyaç duyar ki, biriken saldırganlık ifade bulabilsin".

Örneğin; Musevilerin böyle bir günah keçisi işlevini üstlendiklerini ve insanlık için bu görevi uzun yüzyıllar boyunca sürdürdüklerini söyler. Böylece içinde buhar olan kutu gibi bir şeyden bahsediyoruz. Bunun bir vanası var. Oradan zaman zaman buhar salınması gerekiyor. Savaşlar, soykırımlar gibi olaylar da insanlık için bu işlevi görüyor. Baskının azaltılmasına yarıyor.

Freud hayatının sonlarına doğru yeni bir fikir geliştiriyor ve ölüm içgüdüsünden bahsediyor. Yani başkalarına karşı olan agresyonu alıp, insanın kendisine karşı olan saldırganlığıyla ilgili bir kuram geliştiriyor. "Uygarlık Hoşnutsuzlukları" da yanılmıyorsam 1902'de yazılmıştı. Freud'un hayatının sonlarına doğru bir zamandı ve orada ölüm içgüdüsünden bahsetmeye başlamıştı. Freud diyor ki: "Hayatın başlangıcından, onun biyolojik paralellerinden ve bunlarla ilgili spekülasyonlardan yola çıkarak şu sonuca vardım: canlı maddeyi korumaya yönelik ve bu canlı maddeleri gittikçe daha büyük birimler halinde birleştirmeye yönelik içgüdünün yanı sıra; bunun tersine çalışan, bu birlikteliği bozmaya çalışan, ilkel inorganik durumuna geri döndürmeye çalışan bir içgüdü daha olması gerektiğine karar verdim. Bu da şu demek oluyor: Eros gibi, ölüme dair de bir içgüdü vardır.

Ölüm içgüdüsünün; organizmanın içinde, organizmanın parçalara ayrılmasına ve çözülmesine yönelik bir çalışma içerisinde, sessizce varolduğu söylenebilir. Ama bu tabi ki kanıtlanamaz. Daha verimli bir düşünce; bu içgüdünün bir kısmının dışarıya doğru yöneltildiği ve saldırganlık ve yıkıcılıkla ilgili bir içgüdü olarak tezahürlerinin görüldüğüyle ilgilidir. Yani kendini parçalamaya yönelik olan içgüdünün bir kısmı dışarı yansıtılıyor ve saldırganlık olarak karşımıza çıkıyor.

Gördüğünüz gibi, Freud tekrar tekrar saldırganlığın biyolojik olduğunu ve doğuştan geldiğini söylüyor. Bunu da analiz etmeye bile kalkışmıyor. Yani Freud'da her zaman en temelde olan şey bu.

Freud ve Einstein'ın mektuplaşmasını okumanızı istememin sebebi de aynı şeyin bir başka şekilde ifadesi olması.

Klein uzmanı değilim. Bazılarınızın Kleİn hakkında benden fazla bilgili olduğunuzu biliyorum. İtirazlarınız olabilir, beni uyarın. Klein burada ölüm içgüdüsünden bahsederken, şöyle diyor: "Aşk ve nefret arasında doğuştan gelen bir çatışmadan bahsederken; hem aşkla hem de yıkıcı içgüdülerle ilgili kapasitenin, en azından bir ölçüde doğuştan gelen bir şey olduğunu ima ediyorum. Burada tabi kişiden kişiye bunun şiddetinde farklılıklar olabilir ve dış şartlarla karşılaşılması da bunun şiddetini belirleyebilir".

Klein haseti tanımlıyor ve şöyle diyor: "Haset öfke dolu bir histir. Başka birisinin arzulanır birşeye sahip olmasından doğar. Bu, arzulanan nesneyi diğer kişiden alıp yoketmeye yönelik bir içgüdüdür".

Ondan sonra da haset dolu ilk nesne olarak memeden bahseder. Burada memeden hem meme olarak bahseder; hem de anneyi, vermeyi, beslemeyi sembolize eden bir şey olarak bahseder. Ve birincil hasetten bahseder. Birincil haset çocuğun iyi olan herşeyi içinde barındıran ve kendine saklayan memeye karşı duyduğu histir. Çocuk bu iyiliği, vericiliği kendisi içinde taşıyor olmak ister; ama bu mümkün değildir. Bunun bir yolu olmadığı için de memeyi yoketmek ister.

Klein'a göre doğuştan gelen bir saldırganlık var ve daha sonra hasetten doğan saldırganlık da bunun üzerine ekleniyor. Yani doğuştan gelen, ölüm içgüdüsünden kaynaklanan bir kendine yönelik saldırganlık var. Bunun üzerine de hasetten doğan saldırganlık biniyor.

Klein diyor ki: bebeğin en ilksel kaygısı ölüm içgüdüsüne bağlı yokedilme kaygısıdır. Yani herşey, bebeği daha doğuştan yiyip bitiren içgüdüsünün varlığına dayalı. "Bence ölüm içgüdüsü tarafından yokedilme duygusu- ki burada benim düşüncem Freud'dan ayrılıyor- en temeldeki kaygıdır. Yaşam içgüdüsüne hizmet eden ego - ki muhtemelen bu yaşam içgüdüsü tarafından yaratılmıştır- bu tehditin bir kısmını dışarıya doğru yansıtır". Yani Klein'a göre içeride bir kötülük var ve egonun kendini bu kötülükten koruması gerekiyor. Bunu da ego kendisini iyi ve kötü olarak ikiye yararak yapıyor.

Yani bir yıkıcı dürtü var. Bu yarılma yoluyla ikiye ayrılıyor: İyi olan içeride tutuluyor. Kötü olan dışarı yansıtılıyor. Yani bütün bu saldırganlık ve yıkıcılık bebeğin içinden doğar. Bunun yarattığı kaygıdan kurtulmak için yarılma sonucunda, kötü dışarı yansıtılır. Böylece bebek bütün iyilik bendedir; bütün kötülük de dışarıdan gelir diye düşünür. Bu kötülüğün ve saldırganlığın üzerine, bir de hasetten doğan saldırganlık eklenir. Bu durumda bebekle anne arasında çok karmaşık bir dansla karşılaşıyoruz. Bebekten anneye doğru bilinçdışı bir yansıtma var. Anneye yıkıcı dürtü yansıtılıyor. Çocuk kendi saldırganlığını anneye yansıttığı için; bu sefer de anneyi kendisine zarar vermek isteyen bir nesne olarak deneyimler.

Bu ilk başta gördüğümüz birinci ve ikinci adımlar, yani çocuğun saldırganlığını anneye yansıtması ve ondan sonra çocuğun saldırganlığı anneden geliyor olarak deneyimlemesi paranoid durumu yansıtır. Bu paranoid durumla başetmek için çocuk yeni bir savunmayı devreye sokar. Bu da idealizasyondur. Böylece anneyi idealize ederek; onu saldırganlığın kaynağı değil de, iyi şeylerin kaynağı olarak görmeye başlar. Ama bu idealize olan anne de çocuk da haset uyandırır. Ve çocuğun duyduğu haset iyi şeyleri barındıran nesne olarak anneyi yoketme ihtiyacını da içerir. Ama bu da dışarı yansıtılarak, yine anneden gelen saldırganlık olarak deneyimlenir. Yani görüyoruz ki; anne ne yaparsa yapsın bir şekilde çocuğun dışarı yansıttığı saldırganlık anneden gelen perseküsyon olarak çocuğa geri döner. Bu dansın son adımında çocuk yeni bir defansı devreye sokar. Bu tümgüçlülük savunmasıdır. Burada da çocuk ben anneden daha güçlüyüm. Yani beni öldürmek isteyen memeden daha güçlüyüm ve onunla başedebilirim şeklinde bir savunmayı devreye sokar. Benim Klein'dan anladığım budur. Bu çok karmaşık beş adımlı bir danstır.

Bion, çocuğun anneye yansıttığı duygulanımlar üzerinde durur ve annenin bu yansıtılan duygulanımlar için kap haline geldiğinden bahseder. Bion'a göre anne, bu duygulanımları kendi içinde tutar. Onları metobolize eder. Zehirlerinden arındırıp çocuğa geri verir.

Hem Klein'da, hem de Freud'da saldırganlık doğuştan gelen ve birincil bir dürtüdür. İkisinin de saldırganlık ve kaygı hakkında birbirinden farklı düşünceleri var. Klen için kaygı, kesinlikle ölüm içgüdüsünden kaynaklanan bir şeydir. İkisinin de kaygı hakkındaki düşünceleri üzerinde duracağız. Ama şimdi Kohut'dan bahsedeceğiz.

Şimdi şu sorunun cevabına geliyoruz: kendilik psikolojisi saldırganlığı nasıl kavramlaştırır ve terapide bununla nasıl baş eder. Bununla ilgili size iki tane makale verdim. Bir tanesi "İçebakış, Empati ve Psikanaliz" makalesi, bir tanesi de "Narsisizim ve Narsisistik Öfke Üzerine Düşünceler" makalesi.

Kısaca "İçebakış, Empati ve Psikanaliz" makalesinden bahsedelim. Burada Kohut'un vurguladığı iki nokta var. Kohut bir çok kereler en önemli makalesinin bu olduğunu vurgulamıştır. Bence bunu söylemesinin sebebi, bu makaleyle kendisini biyolojiden ayırıp, psikolojinin içinde kalabilmesidir. Bu makaleden daha önce bahsettik ve biliyoruz ki, Kohut'a göre psikanalitik araçlar içebakış ve empatidir. Bunlar, psikoloji alanının kendine ait verilerini toplamak için kullanılan araçlardır. Konuşurken psikoloji ve psikanaliz kavramlarını birbirlerinin yerine kullanacağım.

Kohut'a göre psikanaliz, insanoğlunun karmaşık duygusal durumlarının analizidir. Bunu tekrar edeyim; basit ama çok önemli bir ifade. Burada vurgu duygulanımsal deneyim üzerinde. Duygusal durumlar diyor. Duygusal durumlar hakkında bilgi sahibi olmamızın tek yolu da içebakış. Kohut'un bu içebakışın genişletilmiş ve başkasına yöneltilmiş hali olarak adlandırdığı ise dolaylı içe bakış. Kaygılı bir insan alıp onun tansiyonunu, nabzını, derisinin ısısını ölçebilirsiniz ve bunu bir kaygı tanımı olarak alabilirsiniz. Ama bu biyolojidir. Psikoloji değildir. Bu bize belirli bir duygu durumu hakkında biyofizyolojik veri sağlar.

Bizim sağlamak istediğimiz veriye yani bir insanın duygu durumunu, duygulanımsal olarak algılamaya götüren tek veri toplama yolu empatidir. Veri toplama aracı olarak empatiyi tanımlayınca Kohut, doğrudan diğer bilimleri psikolojiden ayırmış oluyor.

Açıktır ki, Freud kuramının içeriğini biyolojiye, dürtülere dayandırmıştır. Ama bu psikoloji değildir; biyolojidir. Dürtü, içgüdü biyolojik bir kavramdır. Dürtüyle yönlendirilme deneyimi psikolojiktir. Yani kendini bir şeyi yapmak zorunda hissetmek bir kavram değildir; bir deneyimdir. Bunun için de psikolojiktir.

1959'da Kohut bu makaleyle kendisi için bir problem yarattı. Burada dürtü biyolojidir; psikoloji değildir diyor. Bunu dedikten sonra yapması gereken bir şey var: Freud'un cinsellik ve saldırganlık kavramlarıyla nasıl uğraşacak. Yani 1959'da kendisi henüz kendilik psikoloğu değilken, ego psikoloğu iken böyle birşey söylüyor. Bunu hem kendine, hem dünyaya söylüyor. En önemlisi de kendisine söylüyor olması, çünkü bunun yarattığı çatışmayla başetmek zorunda. Sanki beyninde kaşınan bir yer var, ama orayı kaşıyamıyormuş gibi.

Tam 18 yıl sonra 1977'de "Kendiliğin Onarımı"nı yazana kadar da dürtü teorisinden tam olarak kopmadı. Kendilik psikolojisinin saldırganlıkla nasıl uğraştığı sorusunun cevaplarında birisi böylece biyolojiyi dışarıda bırakması, ama daha derin bir cevap da var. Bu da Kohut'un "Narsisizim ve Narsisistik Öfke Üzerine Düşünceler" makalesinde yer alıyor. Bu makale 1972'de "Kendiliğin Analizi"nden bir yıl sonra yayınlandı. Bu makaleyi sizin sorduğunuz ve insanların size sorduğu soruya cevap olarak yazdı. Soru şuydu: kendilik psikolojisi saldırganlık meselesiyle nasıl uğraşır? Çünkü Kohut "Kendiliğin Analizi"nde bunu yeterince aydınlatmamıştı. Onun için bu makale, bir anlamda "Kendiliğin Analizi"ne bir dipnot gibi.

Yine Kohut'dan olduğu gibi bir alıntı yapacağım. Benim Kohut'un bunları söylerken sesini duyma şansım oldu. Sizin şansınız olmadı. Onun için onun ağzından okumak istiyorum. Sayfa 635, sayfanın en başı. Agresyonla ne yapacağız sorusuna ilk cevabı burada.

"Genelde "Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları"ndaki prensibi basit bir şekilde uygulayarak Hitler'in uygar bir milletin üzerindeki ince uygarlık katmanını atma yönündeki hazır olma durumunu kötüye kullandığını söyleyebilseydik güzel olurdu. Ama gerçek bu değil. Şunu da kabul etmeliyiz ki; böyle olaylar hayvani olaylar değildir. Kelimenin birinci anlamıyla, tam olarak insani olaylardır. İnsanlık durumunun içsel bir parçasıdırlar. İnsanlık durumunu oluşturan karmaşık ağın içindeki örüntülerden biridirler". Ondan sonra insanlık durumundan ne anladığını açıklıyor: "İnanıyorum ki dikkatimizi insan saldırganlığını arkaik narsizim örüntüsünden çıktığı hali üzerine odaklarsak anlamlı sonuçlara ulaşacağız. Yani bakmamız gereken yer narsisistik öfke fenomeni". Burada da söylediği saldırganlık içgüdüsü değil; narsisizmden doğan saldırganlık. Daha sonra iki tepki üzerinde duruyor. Biri felaket tepkisi; diğeri ise çocuğun yaralanmaya verdiği tepki.

Felaket tepkisi, kişinin beyninin bir işlevini kaybettiği zaman verdiği tepki. Bu bir insanın felç ya da kaza sonucu, beynininin bazı işlevlerini kaybetmesiyle; mesela, konuşmak istediği zaman doğru kelimeleri bulamaması durumunda verdiği bir tepkidir. Bu da her zaman büyük bir öfkedir. Burada büyük bir öfke duyulur; çünkü kendiliğin kaybı sözkonusudur. Beyin, kendiliğin içinde bulunduğu yerdir. Ama bundan da fazlası başta söylediğim gibi bilinçdışında zaman yoktur ve çocukluğa ait unsurlar varlığını sürdürür. Bu unsurlardan biri de çocukluğa dair o büyüklenmedir. Herşeyi bilme, herşeyi yapabilme, tümgüçlülük hissidir. Bunun azalmasına sebep olacak birşey yaşandığı zaman, bu kayba dair büyük bir öfke duyulur.

Hepimiz, mesela söylemek istediğimiz kelimeyi unuttuğumuz zaman böyle bir felaket tepkisi yaşarız. Size garanti ediyorum yaşlandıkça daha sık oluyor. Ama bu yinede müthiş bir hakaret. Bunun bir kısmı utanç. Ama şu da var: güçlerim artık bilinçdışı düzeyde olduklarına inandığım büyüklükte değil. Burada gerçekte olduğum şeyle en derinden olduğumu hissettiğim şey arasında bir kopuş var. En derinden hissedilen şey de tümgüçlülük. Benim sizin gitmenizi istediğim yer, Kohut'un da bizim gitmemizi istediği yer: bilinçdışı ve hikayenin de anlatıldığı yer burası.

Yeni yürümeye başlamış bir çocuğu düşünün. İlk adımlarını attığında büyük bir gurur duyar, ama düştüğü zaman da ortaya çok büyük bir öfke çıkar. Çocuk düşmesine gülmez,çok öfkelidir.

İki yaşında bir kızı olan bir hastam var. Bu kız kendisinden büyük ağabeyi ve ablasıyla buz pateni yapmaya gitmek istiyordu. Anne başta tereddüt etti, bunu yapabilecek misin diye. Ama çocuk çok ısrar edince onu da götürdü. Anne çocuğa gururla patenleri giydirdi. Çocuk da buzun üzerine çıkacak olmaktan dolayı çok büyük bir gurur duyuyordu. Ve olanlar oldu. Bir saniye bile ayakta duramadı. Gururu incindi ve ağlamaya başladı. Fiziksel olarak yaralanmadı. Ama bundan çok çok daha derin bir yaralanma yaşadı. O tümgüçlülük o anlığına tamamen çökmüştü. İlk tepkisi, "çıkarın bu patenleri" oldu.

Üzerinde düşünmemiz gereken büyüklenmemizin bu bilindışı düzeydeki parçasıdır. Şimdi Kohut'un narsisisitik yaralanma ve narsisistik öfkeyle ilgili söylediği bazı pasajlardan alıntı yapacağız.

Narsisistik öfke, insanın saldırgan tepkiler verebilirliğinin açık bir göstergesi olduğu için, bazı analistler bunu daha fazla açıklamaya ihtiyaç olmadığını düşünürler. Yani saldırganlığın doğuştan geldiğine inanırlar. Saldırganlık ortaya çıktıktan sonra artık en dibe varılmıştır. Bundan fazla çalışılacak bir şey yoktur. Bunun sonucunda da analistler bunun bilinçdışı boyutlarının gelişimsel kökenlerini incelemeden çalışmayı bırakırlar.

Narsisistik öfkeyi belirleyen şey sürekli devam etmesidir. Sürer sürer ve birtürlü yatıştırılamaz. Ta ki o güzel ağaçlarda düşmanları asılı görene kadar. Derler ki, "intikam en iyi soğuk servis edilecek bir yemektir".

Ben Chicago'dayım ve orada çok değişik türden hastalarla karşılaşıyoruz. Bir keresinde hastalarımdan biri bir mafya prensesiydi. Bana amcalarının nasıl çalıştıklarını anlattı. Asla affetmiyorlar ve zamanı da kullanıyorlardı. Beş sene, altı sene bekliyorlardı. O yaralanmadan sonra, buna sebep olan kişinin ya beyzbol sopasıyla bacaklarını kırıyorlardı, ya da arabasını havaya uçuruyorlardı. Bunları yaralanmanın büyüklüğüne göre yapıyorlardı. Ama asla affetmiyorlardı.

Olgunlukla deneyimlenen sebepler karşısında duyulan saldırganlık bir çok yerde karşımıza çıkar; ama her ne kadar şiddetle harekete geçirilmiş olurlarsa olsunlar onların hedefi bellidir. Öte yandan narsisistik olarak yaralanmış olan kişi, kendisine karşı çıkmaya, anlaşmazlık içine girmeye ya da onun pırıltısını söndürmeye cesaret etmiş olarak deneyimlediği birini ortadan kaldırmadan huzur bulamaz. Büyüklenmeci ve eksibisyonisyonist kendilik, "ayna ayna söyle bana en güzel kim bu dünyada?" diye sorar. Kendisinden daha güzel, daha zeki ya da daha güçlü birini duyduğunda, kötü üvey anne gibi kendi tekliğinin ve mükemmeliğinin karşısındaki kanıtı ortadan kaldırana kadar huzur bulamaz.

Bundan sonra Kohut böyle bir narsisistik öfkenin nasıl ele alınacağı ile ilgili bir şey söylüyor. 645. sayfanın ikinci paragrafının sonu.

Empatik gözlemci, görünüşteki ufacık, rahatsız edici şeyin derindeki önemini anlar. Bunun nasıl narsisistik bir öfkeyle, bir saldırıya neden olduğunu kavrar. Bu onu şaşırtmaz. Tepkinin görünen uyarana karşı aşırı büyük görünmesi onu şaşırtmaz.

Yani hakaret ve tepki arasında bir orantısızlık vardır. Küçük kızın düşmesi ve düşmesinin kendisi için ifade ettiği anlam arasında bir orantısızlık vardır. Yani yaralı biriyle karşılaştığımız zaman yapmamız gereken onu yargılamamak. İşte bu o kadar da kötü birşey değil demek değil. Kendimizi onun yerine koyup, bunun nasıl olupta bu kadar acıttığını anlamaya çalışmak.

Ego psikolojisi persfektifindeki bakışaçısı, saldırganlık üzerine ego hakimiyeti üzerinde duruyor. Ancak Kohut diyor ki: "Bunun tersine, benim narsisizmin ortadan kaldırılmasının gerekmediğini, narsisizmin dönüştürülebileceğini vurgulamam; narsisizme karşı ikiyüzlü olmayan tutumumla yani onu kendi başına psikolojik bir güç olarak görmemle paraleldir. Bu gücün kendi gelişim çizgisi vardır ve terkedilmesi ne gerekir ne de mümkündür".

Kohut'a göre saldırganlık doğuştan gelen bir şey değildir. Öfke, saldırganlık hepsi narsistik yaralanma sonucunda ikincil olarak ortaya çıkarlar.

Kendilik psikologları olarak bizler sürekli saldırganlıkla uğraşırız. Çünkü sürekli insanların yaralanmalarıyla uğraşıyoruz. Ya idealize edilen nesneye olan bağlanmaya bir hakaret vardır; bu bağın kopmasından doğan bir öfke vardır ya da çocuksu büyüklenme kesintiye uğratıldığında ya da hayal kırıklığına uğratıldığı zaman daha da büyük bir öfke vardır. Yani bizim için saldırganlık, kendi başına bir varlık değil; yaralanmanın bir belirtisidir. Biz de yaralanmayla uğraşırız. Hiçbir öfkeli insan görmedim ki; o, yaralı bir insan olmasın. Bizim bahsetmeye çalıştığımız şey bu.

Söylediklerimi özetleyeyim: Saldırganlıkla ilgili üç kuramımız var. Freud var. Klein var. Kohut var.

Freud'a göre saldırganlık, biyolojik ve bir içgüdü. Doğuştan gelen verili bir şey. En derindeki, yani onun ötesi yok. Onun için de tedavi bilinçdışı olanı bilinçli hale getirmek. Egoyu içgüdülerle tanıştırmak ve böylece de egonun onları yönetebilmesini sağlamak. Yani amaç ego hakimiyeti.

Klein da saldırganlığın bilinçdışı bir içgüdüden kaynaklandığını savunuyor. Freud gibi, o da bunun en derinde yatan şey olduğunu savunuyor. Nihayet terapi yöntemi Freud'la farklı. Duygulanımlar iyi ve kötü olarak bir yarılmaya uğradığı için; orada tedavinin amacı, egoyu tekrar bütünlüğe kavuşturmak, yani iyiyle kötüyü birleştirmek.

Kohut ise tamamen farklı bir şey söylüyor. Kohut'a göre saldırganlık, narsisistik yaralanmadan sonra gelen ikincil bir şey. En temelde yatan şey değil. Yani saldırganlığa ulaştığımız zaman işimiz bitmiş değil, işimiz yeni başlıyor.

Bundan sonraki mesele saldırganlıkla uğraşmak. İnsanlar saldırganlıkla ve öfkeyle çalışmadığımızı söylüyorlar; ama çalışıyoruz. Bunu kucaklıyoruz, çünkü zaten bu yaralanmanın ifadesi. Çalıştığımız insanlar, çok sınırlanmış bir şekilde büyümüş insanlar olabilirler ve bir şekilde bu yaralanmayı hiçbir zaman dile getirememiş olabilirler. Onların, orada yatan öfkeyi harekete geçirmesine yardımcı olmaya çalışırız. Ama amacın kendisi bu değildir. Bu herşeyin başlangıcıdır. Ondan sonra hakaretin ne olduğunu araştırırız.

Bir kadın hastam vardı. Çok kontrollü, her zaman uygun davranan bir kadındı. Tedavi süreci boyunca birazcık rahatlamaya başladı. Başlarda öfkesi çok soğuk ve içe dönük bir öfkeydi. Tek kelime etmiyordu, ama aslında içinden bağırıyordu. Ben, sessizliğin öfkenin ifadesi olduğunu tanımlayınca; bunun ne zaman başladığını, yaralanmanın ne zaman oluştuğunu araştırmaya başladık. Bir gün yeni, çok hoş bir kolye takarak geldiğini ve bunu benim farketmediğimi buldu. Yaralanma bir şey söylememiş olmam değildi. Bir şey söylememiş olmamın altında yatan anlamdı. Bunun onun için anlamı, benim ondaki değişikliği takdir etmiyor oluşumdu. Çünkü artık giymine renkler katmaya başlamıştı. Eskiden tek renkli bir insanken, şimdi artık renkli bir kişi oluyordu ve ben bunu görmemiştim.

Öfkede dursaydık, bir kat daha aşağıya gidip bilinçdışı narsisistik yaralanmayla çalışma şansını kaybetmiş olurduk. Yani tabi ki biz öfkeyle çalışıyoruz. Amaç, nihai varılacak yer öfke değildir. Bu sadece daha altta yatan yaralanmanın belirtisidir.

Vamık Volkan'ın makalesini de verdim size. Bunu bulduğumda tamam dedim, yani tam konumuzla ilgili bir makale. Kıbrıs Savaşı'nı siz benden daha iyi biliyorsunuzdur. Ama bütün diğer savaşlar gibi, Kıbrıs Savaşı da sadece içten gelen saldırganlıkla ilgili değildir. Yaralanmayla ve bunun onarılmasıyla ilgilidir.

Mesela, Arap-İsrail çatışmasını ele alalım. Bence bu narsisistik yaralanmanın çok ilginç bir örneğidir. Bu binlerce yıldır devam eden bir şey, yeni bir şey değil. Musa'nın 5 kitabında bunun hikayesi var. İbrahim'in iki karısı varmış. Sara ve Hega. Hega'nın bir oğlu varmış, İsmail. Bu ilk oğul. Sera yaşlı bir kadın ve çocuğu olamayacağı düşünülüyor. Ancak bir mucize oluyor. Tanrı onun bir çocuğu olmasına izin veriyor ve İshak'ı doğuruyor. İshak sekiz günlükken, sünnet töreni oluyor ve bunun kutlaması yapılıyor. Sera, her zaman kıskandığı Hega ve İsmail'i izliyor ve İsmail'in sünnet törenine gereken saygıyı göstermediğini farkediyor. İsmail'in varlığını kendi ailesinin geleceğine karşı bir tehdit olarak görüyor. Bunun üzerine, İbrahim'e İsmail ve Hega'yı çöle yollamasını söylüyor. İbrahim de bunu yapıyor. Ve Tanrı Hega'ya diyor ki, İsmail kendi başına bir ırkın başlangıcı olacak. İsmail'in soyu daha sonra Arapları oluşturuyor ve İshak'ın soyu da Musevileri.

Yani bundan büyük bir narsistik yaralanma düşünebiliyor musunuz? Bir oğul ve babası onu çöle, ölüme yolluyor. Bence bu savaşın ardında sonsuza kadar devam eden bir yaralanma var. Bir türlü iyileşmiyor. Bence bütün savaşların altında da böyle bir narsisistik yaralanma var.

Şimdi üç kaygı teorisinden bahsederek bitireyim. Yine Freud, Klein ve Kohut var. Her birinin insan davranışının çoğundan sorumlu olan motive edici kaygılarla ilgili görüşleri var. En karmaşık olanı Freud'un ki, çünkü onun ki bir gelişim çizgisi takip ediyor. En erken dönemdeki kaygı, nesne kaybıyla ilgili bir kaygı. Çocuk büyüdükçe ikinci ortaya çıkan kaygı, nesnenin sevgisini kaybetme kaygısı. Çocuk daha da büyüyünce kastrasyon kaygısı var. Son olarak da süperegodan kaynaklanan kaygı var. Geliştikten sonra artık beni ilgilendiren kendi vicdanım.

Klein'a göre güdüleyici kaygı, yokedilme kaygısı. Bunun kaynağı da ölüm içgüdüsü.

Kohut'ta da temelde bir kendiliğin yokedilmesi korkusu vardır. Ama bu fiziksel değil; psikolojik bir yokedilmedir. Bu, kendilik kendisini tepki vermeyen, empatik olamayan bir ortamda bulunca gerçekleşir. Anlatacaklarım bu kadar. Düşündüğüm şey, bazı çocuk edebiyatında narsisistik öfkenin nasıl ortaya çıktığı üzerinde durabileceğimiz.

Hepimiz 6 yaşında olduğumuzu varsayacağız ve Renee bize bir çocuk hikayesi sunacak. Resimler gösterecek.

Renee Siegel- Seçtiğim hikayeler, mutlu sonu olan hikayeler. Ama birşeyler ters gittiğinde, ebeveynlerin tepkilerinden neler olabileceğini hayal edebiliriz. Fazla şekerlenmiş hikayeler, çünkü çocuklar için yazılmışlar. Birincisi, "Vahşi Şeyler Nerede?"dir. Yazarı Moris Sandek.

Bu bilinen bir kitap mı? Harikadır. Okumamanıza şaşırdım. Resimlere sonra bakabilirsiniz, ilginçtir. Bu hikayenin oynandığı, bu karakterlere dayalı ve oyuncuların kostümlerle çıktığı bir müzikal vardır.

Bir gece, Max kurt kıyafeti giydi ve yaramazlıklar yaptı. Yüzü çok öfkeli ve hayal kırıklığına uğramış bir yüz, ağzı aşağıya dönmüş. Yaramazlık üzerine yaramazlık yapıp başını derde sokuyordu. Annesi ona "vahşi şey" dedi. Max da ona "seni yiyeceğim" dedi. Böylece Max bir şey yemeden yatağa yollandı. Burada yüzünü görüyorsunuz. Çok kafası karışmış, ne olup bittiğini anlamaya çalışan, hala üzgün bir yüz.

Aynı gece, Max'in odasında ortaya bir orman çıktı. Yüzü değişiyor. Orman büyüdü büyüdü, sarmaşıklar tavandan sarkana kadar ve bütün duvarları kaplayana kadar büyüdü. Ve Max için özel bir sandalla, bir okyanus peydah oldu. Max gece gündüz yelkenlerini açıp seyahat etti. Çok mutlu. Haftalar, neredeyse bir yıldan fazla bir zaman sonra, vahşi şeylerin olduğu yere vardı. Vahşi şeylerin olduğu yere gelince, ona kükrediler ve korkunç bir şekilde dişlerini gıcırtdattılar. Korkunç gözlerini yuvarlayıp, korkunç pençelerini çıkardılar. Ta ki Max onlara "sakin olun" diyene kadar. Ve yaptığı hokus pokusla onları evcilleştirdi. Hepsinin o sarı gözlerine gözünü kırpmadan baktı. Korktular ve onu hepsinin içinde en vahşi şey olarak adlandırdılar. Ve onu vahşi şeylerin kralı yaptılar. "Ve şimdi" dedi Max, "vahşi yürüyüş başlasın". Onları vahşilik yaparken görüyorsunuz. Ve Max onlara katılıyor. Birine binmiş gidiyor. Harika vakit geçiriyor ve gittikçe vahşileşiyor. Max "durun" dedi daha sonra ve vahşi şeyleri yemek yemeden yataklarına yolladı. Ve vahşi şeylerin kralı Max yalnız kaldı. Kendisini herşeyden daha çok seven birilerinin yanında olmak istedi. Dünyanın öbür ucundan yiyecek güzel şeylerin kokusunu aldı. Vahşi şeylerin olduğu yerin kralı olmaktan vazgeçti.

Ama vahşi şeyler arkasından seslendi. "Lütfen gitme, seni o kadar çok seviyoruz ki, seni yiyeceğiz". Max "hayır" dedi. Vahşi şeyler, korkunç kükremelerini kükrediler, korkunç gözlerini devirdiler ve korkunç tırnaklarını çıkardılar. Ama Max özel sandalına bindi ve giderken onlara el salladı. Ve haftalar, günler, aylar boyunca denizde yol aldı. Gece kendi odasına vardı ve akşam yemeği onu orada bekliyordu ve hala sıcaktı.

Bu kitap empatik bir çevrenin iyi bir örneği. Eğer çevre empatik olmasaydı, yemek soğuk olurdu ya da hiç yemek olmazdı. Max'ın çok öfkelenmiş olduğunu düşünebilirsiniz. Büyüklenmesi çığrından çıkmıştı. O kadar güçlü, o kadar vahşiydi. Bir şey bunu kesintiye uğrattı. Neyse ki bu sınır koyabilen empatik bir anneydi. Ama Max yine de yatışmamıştı. Bunun bir rüya olduğunu ya da bir fantezi olduğunu düşünebilirsiniz. Bu da onu korkutuyordu. O kadar korkuyor ki, geri dönüp kendisini önemseyen birisiyle ilişki kurmaya ihtiyaç duyuyor. Geri dönüp bu kişiye dokunamasaydı ve belki odasında biraz yatışmaya gereksinim duyacağı anlaşılmasaydı ne olacağını hayal edebilirsiniz. Bence kitap, çocuğu yatağa aç yollamayı savunuyor değil; bu sadece sınır koymanın bir örneği.

Aynı zamanda çocuk edebiyatında narsisistik yaralanmayı ve bundan doğan öfkeyi anlatan çok güzel bir örnekti. Burada bir yaralanma var. Ondan doğan narsisistik bir öfke var. Ama bir taraftan da bu öfkenin yaşanması da empatik ebeveynlerin sağladığı güvenliğin kucaklaması içinde gerçekleşiyor. Burada öfke kadar, bu güvenli ortamın sağlanması da önemli. Çocuk edebiyatında neredeyse bütün hikayelerde bu narsisistik öfkeyi, yaralanmadan doğan bir şey olarak görüyoruz.

SORU: .........................................

CEVAP: Tabi bir taraftan ebeveynle çocuk arasındaki uyumla da ilgili. Her ebeveynin saldırganlığı kavrama, tutabilme kapasitesi aynı olmuyor. Ama en azından bir kısmını kavrayabiliyor olması lazım. Çocuğun yaşı da bir faktör. Bu kitapta çocuk bir kostüm giyiyor. Kediyi, köpeği kovalıyor. Merdivenlerden kayıyor. Bir sürü şey yapıyor. Ve kendini o noktada hiç tutamıyor. Anne acaba onu engellemeseydi, bir sınır koymasaydı ne olurdu, bunu da düşünebiliriz. Belki kendini yaralayacaktı. Belki kediyi, köpeği yaralayacaktı.

Bu hikaye sadizm bağlamında da ele alınabilir. Yani şunu diyebilir birisi mesela, çocuk hayvanlara, ebeveynlerine, eve karşı sadistçe davranıyordu. Ondan sonrada anne tarafından cezalandırıldı. Bunun sonucunda bir fanteziye yöneldi. Vahşi şeylerin kralı oldu ki burası onun sadizminin onaylandığı bir yerdi. Ama bu durumda, tabi yine sıcak bir yemek bulmasını bu hikayeye uydurmak zor oluyor.

SORU:...............................................................

CEVAP: Bana bir hastamı hatırlattı. Çok zeki, çok sorumluluk isteyen bir işi olan bir kadındı. Ama duygusal bir takım zorluklar yaşıyordu. Bir takım eksiklikleri vardı. Seansın sonuyla ilgili çok zorlanıyordu. Yani kendisi çıkacak, onun yerine başkası gelecek. Bunun da anlamı, onun benim için hiçbir şey ifade etmemesi ve bütün bu terapinin anlamsız olduğuydu. Bu onu çok öfkelendiriyordu. Bir gün bana seansın sonunda bir fincan kahve fırlattı. Ona bundan hoşlanmadığımı ve bunu bir daha yapmamasını söyledim. Başka bir seferinde, bizim evin arabayla girilen uzun bir girişi var. Yanda da arabaların park edildiği bir yer var. İkimiz de hastalarımızı evde görüyoruz. Bir keresinde kadın seansı bittiği için çok çok öfkeliydi ve dışarıda bir sonraki seans için bekleyen kişiyi görebiliyordu. Çıkarken kapıyı çarptı. Arabasına gitti. İşte o kadar öfkeliydi ki, kapıyı vurup çıktı ve arabasına atladı. Arabasını geri aldı ve o evin girişinden yola doğru saatte 70 km. bir hızla fırlayıverdi. Tam yola çıktığı zaman kontrolü kaybetti. Araba bizim komşuya çarptı. Ama komşu onun o halini görünce kadın için o kadar endişelendi ki, başına bir şey gelmesin diye kendi arabasına binip kadını takip etmek istedi. Ama o kadar hızlı gidiyordu ki bu sefer benim başım derde girecek diye komşu takibi bıraktı. Sonra da telefon edip bana olanları anlattı. Benim bunlardan haberim yoktu. Bu çok zor bir hasta ve onunla bir çok kereler kavga ettik. Ben genelde hastalarımla kavga etmem, ama o beni zıvanadan çıkarıyor. Ve ona çok rahatsızlık verici olduğunu söyledim. Buna bayıldı. Bu çok hoşuna gitti. Çünkü beni bu kadar rahatsız edebiliyorsa benim için özel olduğunu biliyordu. Hiç kimse beni senin kadar sinir etmiyor dedim. Bir şey söylemem lazımdı, yoksa çıldıracaktım. Ama bu yaptığını duyduğum zaman, bu bana ciddi bir şey gibi geldi. Çünkü başka insanların da hayatlarını tehlikeye atmıştı. Ona telefon ettim ve çok çok öfkeliydim. İki şeyden dolayı kızgındım. Birincisi, başka bir insanın hayatını tehlikeye atmıştı. İkincisi de, bizim orada hasta görme özgürlüğümüzü tehlikeye atmıştı. Komşularla bunu özellikle konuşmamıştık, ama aramızda sessiz bir anlaşma vardı. Onlar bize gelen hastaların deli olmadıklarını, sessiz sessiz gidip geldiklerini biliyorlardı. Ama bu kadın deliydi.

Çok zeki bir kadındı, söylediğim şeyi anladı. Ben çok kızgındım. Yani şimdi bunu seninle detaylı konuşamayacağım dedim. Konuşursam zaten iş daha kötüye varacaktı. Onun da bir şey söylemesine izin vermedim. Ona şunu söyledim, "böyle davranacaksan buraya gelmene izin veremem". Şehirde de bir ofisim vardı. O da bunu biliyordu, ama evime gelmeye de bayılıyordu. "Eğer böyle davranacaksan seni evimde görmeye devam edemem" dedim ve o da bunu anladığını söyledi. Yani bazen insanlar çok üzerimize gelip bam telimize basabilirler. Biz de patlayabiliriz. Bu da bir şekilde bir sınır koymadır. Yani öfkenin ifadesine belirli sınırlar içinde izin vermek önemli. Yani hem izin verilmeli, hem de öfkenin ifade edildiği yerin güvenliğini de zedelemeyecek şekilde sınırlandırılmalı.

Yani kendilik psikologlarının saldırganlıkla uğraşmadığı tamamen yanlıştır. Biz sadece saldırganlığı kendi başına bir amaç olarak görmeyiz. Onlara biyolojik açıdan bakmayız. Altında yatan yaralanmayı ararız ve bununla uğraşırız.

SORU:.......................................................

CEVAP: Yalnız, Freud'a ve Klein'a göre agresyonun olumsuz bir tarafı var. Yani bu saldırganlık, biraz da bir yargı yüklü bir kelime olarak kullanılıyor. Halbuki Kohut, doğuştan gelen kendini ifade edebilme yeteneğinden bahsediyor. Yani kişide doğuşta ne kadar vardı; bunun ne kadarını ifade edebiliyor, bu değişebiliyor. Terapist olarak anne çocuk arasında bunları gözlemleyebiliyoruz. Ne oluyor, ne bitiyor. Çocuğun görünen bir saldırganlığı varsa; bunun ne kadarı doğuştan, ne kadarı tepkisel. Mesela aşırı sessiz, hiçbir şeye tepki vermeyen bir annenin karşısında normal davranan bir çocukla da bir problem olabiliyor. Ya da çok baskıcı bir annenin karşısında çok sessiz kalan, hiçbir şey ifade edemeyen bir çocuk da problemli bir konfigürasyon oluyor. Bu ikilinin kendi arasında kurduğu bir denge var. Tabi bunun üzerine baba geliyor, diğer kardeşler geliyor. Ve işler iyice komplike bir hale geliyor.

SORU:........................................................

CEVAP: Yeşim hanım diyor ki: anne sınır koymasaydı, güvenli bir ortam yaratmasaydı; bu çocuk kendine ya da başkalarına zarar verebilecek hale gelebilirdi diyoruz. Eğer bunu söylüyorsak; o zaman zaten saldırganlıktan bahsediyoruzdur.

Bu olana illaki saldırganlık diyebiliriz demek mümkün değil. Mesela bir sosyolog olsaydı, bunu saldırganlık olarak nitelerdi. Çünkü görüntü, öfke dolu bir patlama. Ama bizim için saldırganlığı tanımlamak; oradaki deneyimi anlamak, kendimizi çocuğun yerine koyup, oradan bakmaktır. Çocuğun gittikçe daha çok öfkelendiğini bize düşündüren hareketinin; aslında çocuğun kendini ifade etmekten doğan bir heyacanı olduğunu, gittikçe daha çok heyecanlandığını, bu heyecanın sonunda da bir şeyleri kırıp dökmesi olarak düşünebiliriz. Ama bu dışarıdan bakınca saldırganlık gibi görünecektir. Yani mesela, Renee beni söylediği bir şeyle yaralayabilir ve üstüme gelebilir. Ben narsisistik bir kırılma yaşayıp, narsisistik bir öfke yaşayabilirim. Bununla onun arasında bir fark var. Bunu ayırt etmenin tek yolu; kendimizi onun yerine koyup, onun gözünden bakmak.

Bu Klein'ın bakışaçısından bir yaralanma gibi gözükebilir. Ama aslında orada söz konusu olan; çocuğun kendi büyüklenmeciliğini yüklenmesini ifade etmesi. Orada annesinin dur demesiyle yaşadığı bir aşağılanma ve cezalandırılma hissi var. Ondan sonra, kendini vahşi şeylerin kralı olarak hayal ediyor. Yani bu kesintiye uğratmayı ve kırılmayı da gözden kaçırmamamız gerekiyor.

SORU:.................................................................

CEVAP: Burada Max'in kendini yatıştırma yeteneğini de görüyoruz. Vahşi şeylerin kralı oluyor ve onları evcilleştiriyor. Ondan sonra sıcak bir yemek buluyor. Burada optimal derecede kırılmaya ve hayal kırıklığına izin veren bir ortamdan da bahsedebiliriz. Burada bir onarım vardı ve yaralı kalmaya devam etmesi gerekmiyordu.

SORU:...................................................................

CEVAP: Söylediğiniz çok doğru. Bunun sonucunda dengeli, sağlıklı, kendini kontrol edebilen, benim hastam gibi olmayan bir insan ortaya çıkar.

SORU:.....................................................................

CEVAP: Meselenin özü; deneyimin ne olduğu. Freud'un teorisiyle Kohut'un teorisi arasında bu büyük bir fark. Önceden bahsettiğimiz de buydu. İngilizce bir deyim var: Ördek gibi yürüyorsa; ördek gibi konuşuyorsa; ördektir. Bizim farkımız; bunu böyle almamak, deneyime önem vermek ve ördek olmak nasıl bir his onu anlamaya çalışmak. Benim de çalışırken yapmaya çalıştığım şey; hastaya her zaman şu anda senin yerinde olmak acaba nasıl bir şey diye düşünerek bakmak. O zaman narsisistik bir öfke mi, saldırganlık mı olduğu ayırt edilebiliyor.

SORU:.......................................................................

CEVAP: Kendini ifade etmenin her zaman saldırganlık olması gerekmediğini konuştuğumuz zaman benim aklıma gelen kavram: canlılık, hayatiyet. Belki hepsini kapsayacak olan kavram da budur.

SORU: Büyüklenmecilikte bir kırılma, bir hayal kırıklığı olmadan bir agresyondan bahsetmek mümkün mü?

CEVAP: Eğer o büyüklenmede bir kırılma yoksa, çocuğun önceki hali, herşeye gücü yetme durumu söz konusuysa, zaten saldırganlık olamaz. Çünkü o Tanrı gibi bir durumdur. Yani Tanrı için saldırgan diyemeyiz. Onun sadece umurunda değildir. Yani düşman olarak görülmeye layık bir nesne yoktur zaten.

Bence doğuştan gelen empatik bir çevre içinde varlığını sürdürmek.

Belki bu sorunun cevabı beni olduğum gibi anlayacak, bana değer veren ve olduğum gibi onaylayan bir ötekiyle bağlantıda olma ihtiyacı. Doğuştan gelen güdüleyen unsur nedir diye sorarsanız, bu büyüklenmecilik ve idealizasyon mudur derseniz.... Aslında kuramda ikiside doğuştan gelen şeyler değil. Bunlar çok erken yaşta oluşan bir kırılmaya verilen tepkiler. Hatırlarsanız, daha önce bunlardan bahsetmiştik. Birincil narsisizmde oluşan bazı kırılmalar vardı. Mesela çocuğun altı ıslanıyor, ama hemen değiştirilmiyor. Karnı acıkıyor, doymuyor. Bunlara tepki olarak çocuk bir takım fanteziler geliştiriyordu. Bunlarda iki çeşit oluyordu: Biri, kendi mükemmelliyetine dair, ben mükemmelim türünden bir fantezi idi. Diğeri de, mükemmel bir ötekini arayıp bulacağım fantezisi idi. Yani bunun sonucunda diyebiliriz ki: büyüklenmeyle idealizasyon doğuştan gelen şeyler değil; bunlar çok erken kırılmalara tepkiler. Bu soru kafa karıştırıcı bir soru ve çok iyi bir cevabım yok. Anladığım kadarıyla, Freud'un teorisindeki doğuştan gelen şeyin karşılığı ne olabilir Kohut'ta onun cevabını arıyorsunuz. Bunun cevabı, belki psikolojik olarak hayatta kalma arayışı olabilir. Beni anlayacak, örnek alabildiğim birinin yanında, olabildiğimce kendim olmama izin verebilen bir ortamda psikolojik varlığımı sürdürmek.

Kendilik psikolojisinde birincil olan kaygı; çevrenin empatik olmaması ve cevap vermemesi durumunda kendiliğin yok olması kaygısıdır. Klein'a baktığımız da, buna çok yakın bir şey görüyoruz. Aslında, orada da kaygı kendiliğin yok olması, ama sebep olan şey ölüm içgüdüsü. Yani Klein'da doğru yolda, ama tabi 40 yıl geriden geliyor.

SORU:................................................................

CEVAP: İşte o hayatta kalmayı yaratacak ortamı uyaran kendilik nesnesi ihtiyaçları. İdeal olarak bu kendilik nesnesi ihtiyaçları büyüdükçe değişiyor. Şu anda da benim anlattıklarımdan zevk almanızı istiyorum. Karşımda esneyen uyuklayan insanlar görmemekten dolayı mutluyum. Ama bu değişebilir. Bu değişirse de ben düşerim. Şimdi de Renee'nin bir sonraki hikayeyi okumaya ihtiyacı var.

Bu "Antoni'yi Tamir Edeceğim" isimli bir hikaye. Yazarı, yetişkinler için de hikayeler yazan birisi ve bu hikaye, kardeşler arasındaki rekabetle ilgili.

Burada da hikayenin başka bir esinliği olabileceğini psikolojik bir bakışaçısından çıkarmak durumundayız. Kitabın ithafında şöyle yazdığını yeni farkettim. Anne ve babama; ideal ebeveynler. Küçük kardeş, ağabeyine, ağabeyim Antoni artık kitap okuyabiliyor ama bana okumuyor diyor. Okul arkadaşı Rus'la dama oynuyor, ama ben oynamak istediğimde beni kovalıyor, git başımdan yoksa döverim seni diyor. Ben onun tişörtümü giymesine izin veriyorum, ama o benim kılıcını ödünç almama izin vermiyor. Annem Antoni'nin kalbinin derinliklerinde beni sevdiğini söylüyor. Antoni kalbinin derinliklerinde benim berbat olduğumu düşündüğünü söylüyor. Annem diyor ki, kalbinin iyice iyice derinliklerinde kendisinin haberi bile olmayan bir yerlerde, Antoni beni seviyormuş. Antoni diyor ki, kalbinin iyice derinliklerinde hala berbatmışım. 6 yaşına gelince Antoni'yi tamir ettim. 6 yaşına geldiğimde, bir köpek peşime takılacak, eve kadar benimle gelecek. Ve yuvarlanıp yüzüme bakarak benden yiyecek dilenecek. Antoni onu sevmeye kalkışırsa, onu ısıracak. 6 yaşına gelince, Antoni suçiçeği çıkaracak. Ve babam beni beyzbol maçına götürecek. Sonrada Antoni bu sefer kabakulak olacak. Ve annem beni çiçek gösterisine götürecek. Bunun eski bir kitap olduğunu anlayabilirsiniz, çünkü artık kabakulak ve su çiçeği için aşılar var. Ve Antoni bir virüs kapacak. Ve büyük babam sinemaya beni götürecek, eğer istemiyorsam; Antoni için patlamış mısır ayırmama da gerek olmayacak. 6 yaşına gelince, bir kayma yarışı yapacağız ve en hızlı ben kayacağım. Sonra bir atlama yarışı yapacağız ve en yükseğe ben atlayacağım. Ondan sonra sayacağız ve kaybeden Antoni olacak. Buna öfkeden çıldıracak. 6 yaşında olunca, okuyabileceğim. Antoni hala okuyor olacak. Kime oy veriyordun diye soracağım Antoni'ye. 6 yaşında olduğumda, amuda kalkacağım ve bacaklarım titremeyecek. Antoni'nin bacakları bayağı titreyecek. Biri beni gıdıklasa da amuda kalkmış vaziyette durmaya devam edeceğim. Biri beni çimdiklese de öyle durmaya devam edeceğim. Birisi bundan vazgeç yoksa seni pataklayacağım dese de öyle durmaya devam edeceğim. Antoni daha gıdıklanmadan pes edecek. 6 yaşına geldiğimde kalemleri açmayı biliyor olacağım. Bunu nasıl yapıyordun Antoni diyeceğim. 6 yaşına geldiğimde ben suyun üzerinde kalacağım, ama Antoni dibe batacak. Ben onun arkasından dalacağım, ama Antoni fikrini değiştirecek. Ben istediğim gibi nefes alabileceğim, ama o sadece gurp gurp sesleri çıkaracak. 6 yaşına geldiğim zaman, ben uzun boylu olacağım, Antoni kısa boylu olacak; çünkü ben havuç yiyeceğim, o fasulyeyle yiyip, bira içiyor olacak. Kırmızı çoraplarını yüksek bir rafın üzerine koyacağım ve sandalyeye çıksa da onlara yetişemeyecek. Onları aşağıya indir diyecek ve ben onu dizlerinin üzerinde yalvartacağım. Lütfen demezse onları yüz yıl boyunca geri alamayacak. 6 yaşında olunca, 7, 4 ve 10'u kafamda toplayabileceğim. Antoni sadece 1 ile 2'yi toplayabilecek, onu da parmaklarını kullanarak yapabilecek. 6 yaşında bir yarış yapacağız ve ben Antoni'yi fark atarak geçeceğim. Bir daha ki sefere ona avans vereceğim, ama o da onu kurtarmayacak. 6 yaşına geldiğimde arkadaşlarım beni arayacaklar, onu kimse aramayacak. Carli'nin, Edi'nin ve Diana'nın evlerinde kalacağım geceleri, ama Antoni hep evde kalacak. Sonra görüşürüz Antoni diyeceğim ona. 6 yaşına gelince, insanların market alışverişlerini taşımaya yardım edeceğim. Onlar da "vay ne kadar güçlüsün" diyecekler. Antoni'nın yeterince güçlü olacağını zannetmiyorum. 6 yaşına geldiğimde sağımla solumu ayırt edebiliyor olacağım, ama bence Antoni'nin kafası iyice karışık olacak o konuda. Saate bakıp zamanı söyleyebiliyor olacağım, ama Antoni'nin kafası karışık olacak. Adresimi, hatta posta kodunu söyleyebiliyor olacağım, ama Antoni'nin kafası karışık olacak o konuda. Kaybolursa sanırım gidip onu bulmam gerekecek. 6 yaşına geldiğimde, Antoni hala bisikletinden düşüyor olacak. Ben gidonu tutmadan kullanıyor olacağım. "Hala düşüyormusun o bisikletten" diye soracağım Antoni'ye. 6 yaşına gelince, Doktor Ross'un çubukla boğazımdan içeri bakmasına izin vereceğim. Bana iğne yapması gerekirse çıtımı bile çıkarmayacağım. Doktor Ross Antoni'ye kardeşin gibi cesur ol diyecek, ama Antoni bunu yapamayacak. 6 yaşına gelince, dişlerim düşecek; dişlerimi yastığın altına koyacağım ve diş perisi onları alıp yerlerine paralar koyacak, ama Antoni'nin dişleri dökülmeyecek. Onları sallayacak sallayacak ve onlar düşmeyecek. Ona dişlerimden birini satabilirim, ama belki de satmam. Ben 6 yaşıma geldiğimde, sürekli tombala diyeceğim ama Antoni bir kere bile diyemeyecek. Bütün esoes oyunlarını kazanacağım. Antoni hiçbirini kazanamayacak ve yazık sana diyeceğim.

Antoni beni oyun odasından dışarı kovalıyor. Berbat olduğumu söylüyor, beni pataklayacağını söylüyor. Şimdi kaçmam lazım, ama 6 yaşında artık kaçmam gerekmeyecek. 6 yaşımda Antoni'ye gününü göstereceğim.

Bu hikayeyi dinlediğim zaman benim ilgimi çeken şeylerden birisi; sürekli devam ediyor, devam ediyor ve bir türlü sonu gelmiyor. Bir yerden sonra iç bayıcı olabiliyor, ama bir çocuk için hiçbir zaman yeterli değil. Hiçbir zaman yeterli intikam alınmış olmuyor. Narsistik öfkenin özelliği, ayırtedici tarafı da bu.

Kitapta bir başka meselede; bu zaman meselesi. Yani 6 yaş çok da büyük bir yaş sayılmaz ve çocuk kendisi 6 yaşına gelene kadar abisinin de büyümeye devam edeceğini hiç hesaba katmıyor. O zamana kadar onu pataklamanın ve ona hakaret etmenin daha iyi yollarını bulmuş olacak ağabey zaten.

Burada sayıp dökülen herşey, kendisiyle hiçbir şey paylaşmayan, kendisini aşağılayan bir ağabey karşısında, kendi iyilik ve büyüklenme hislerini onarıcı fanteziler.

4 saattir dikkatinizi koruyabilmeniz beni şaşırtıyor.

SORU:...............................................................

CEVAP: Saldırganlık, Freud'un ortaya attığı bir kavram. Onun için en iyi psikanalitik teori, bir şekilde saldırganlıkla ilgili bir şey söylemek durumunda. Aslında kendilik psikolojisi doğrudan saldırganlıktan pek de bahsetmez. Kendilik psikolojisinde bahsedilen şey öfkedir. Bu da narsistik yaralanmanın sonucudur. Saldırganlıksa bir dürtüdür, içgüdüdür. Dolayısıyla biyolojiktir. Onun içinde kendilik psikolojisinin dışındadır.

Kendilik psikolojisi dürtüden değil, dürtülmüşlükten yani kendini bir şey yapmak zorunda hissetmekten bahseder. Mesela ağabeyi yüzünden hep daha iyisini yapmak zorunda olan çocuk gibi. En zayıf olmak, en hızlı olmak ihtiyacındaki insan gibi. Üstelik, kendilik psikolojisi, bundan da kötü bir şey olarak bahsetmez.

Saldırganlıkla ilgili soru biraz da ilk günahla ilgili bir sorudur. Kendilik psikolojisine göre, saldırganlık üstesinden gelinmesi gereken ilk günah değildir. Kendilik psikoljisinde bahsedilen, optimal gelişimi sağlayabilecek tepkileri veren empatik ortam ihtiyacıdır.

Kendilik psikolojisine göre kötü olan nedir diye bir soru geldi. Hiçbir şey, kendi başına kötü değil. Ben psikolog olarak cinayet işlemiş bir insanı anlamaya çalışabilirim. Cinayet bile kendi başına kötü bir şey değildir. Tabi benim bir yakınım sözkonusuysa; o zaman iş değişir. O zaman adamı ağaçta sallanırken görmek isterim. Bu cinayeti de onaylıyor değilim, ama cinayet işleyen bir insanın bile yerine koymaya çalışabilir insan kendisini. Tıpkı hastamın bana yaptığı gibi. Yani arabayı tehlikeli şekilde kullanan hastam gibi. Onun yerine kendimi koyduğum zaman, ben ona ne kadar kızgın olsam da onun yaşadığı yaralanmayı anlayabiliyorum.

Renee'nin bahsettiği bir vaka örneği var. Daha önce konuşulmuş. Annesinin, "kötü tohum" olarak adlandırdığı bir kız sözkonusu. Kız gerçekten kötü davranıyordu. Annesi de kötü olduğunu söylüyordu. Ama kızın tüm davranışları, empatik olmayan bir çevreye verilen tepkilerdi. Davranışları da gittikçe kötüleşti. Isırıyordu, altına yapıyordu. Okulda başka çocukların defterlerini yırtıyordu. Ama bunlar hep tepkisel davranışlardı. Ben çocuğu "kötü tohum" olarak algılamadım. Annesiyle birarada gördüğümde, annesinin onun davranışlarını nasıl yanlış yorumladığını anladım. Kimse doğuştan kötü değildir. Hiçbir kuram için, o kuram daha iyi, o kuram daha kötü demiyorum, sadece farklı görüşleri var. Freud'da doğuştan gelen bir saldırganlık söz konusu. Kohut'ta sözkonusu olansa, empatik bir çevre içinde varoluşa duyulan ihtiyaç. Tolpin'in bir makalesi var. İleride fırsat olursa okuruz. Freud ve Kohut'a göre bebekler. Yani Freud'a göre bebek nasıl; Kohut'a göre bebek nasıl birşeydir. Belki bir telefon konuşmasında bunu tartışabiliriz.

Bugün yaptığımız kuramları karşılaştırmak. Ve bence bunu yapmak çok önemli. Aynı hastalarımıza yaklaştığımız gibi; kuramlara da onları yargılamadan, içlerinden bakmaya çalışmalıyız. Sevmediğimiz kuramlar hakkında bile böyle içeriden bir anlama sonucunda; kuramları karşılaştırabiliriz, bunları tartışabiliriz. Ama iyi kuram, kötü kuram diye yaklaşırsak; böyle bir tartışmaya ortam olmaz.

Bir dizi var. Kampa gidiyorlar, doktora gidiyorlar gibi. Bu kitapta, "Berlis'in Ayıları" kavga ediyorlar. Çok televizyon seyrediyorlar; arkadaşlarıyla başları derde giriyor gibi farklı bölümleri var. Bu kitapların özelliği; ilk defa bir şeyleri deneyimlemekle ilgili olmaları ve arkasında da bırakın, "Berlis'in Ayıları" sizin evinizde de bir şeylerin ilk defa olmasına yardımcı olsunlar.

Bu kitap çocuklar için ya da ebeveynlerin çocuklarına okumaları için yazılmış bir kitap. Kendi başına psikolojik bir persfektiften yazılmış bir kitap değil.

İki ayıcık anlaşamadıklarında, büyükler endişe eder. Ne oldu acaba. Bir çok sabahlar ayı ülkesinde, güneş günü selamlamak için yükselir. Bülbüller, ayıcıkların ağaç evinin dış kapısında şarkılarını söylerler. Ağaç evin içinde, erkek kardeş ayıyla kız kardeş ayı uyandılar. Hangi ayı ağaç evde yaşar ki, orada biraz hayal gücünüzü zorlayın. Bazen de merak ederim, neden bunları yazanlar bu kadar imkansız şeyleri yazarlar. Erkek ve kız kardeş genelde iyi geçinirlerdi. Sırayla banyoya girerlerdi. Kahvaltıda "lütfen" ve "teşekkür ederim" derlerdi. Okul otobüsünde beraber otururlardı. Okuldan sonra da kendi özel projelerini, kendi yaptıkları ağaç evde beraber çalışırlardı. Burada midem bulanmaya başlıyor, ne kadar iyi anlaştıklarını düşününce. Ama karanlık bir sabah, erkek ve kız kardeş iyi anlaşamadılar. Belki havadandı; belki de bülbüllerin geç saate kadar uyuyup şakımamalarındandı. Herneyse, kardeş ayılar büyük bir kavgaya giriştiler. Kız kardeş ayı gözlerini açtı ve gerindi. Sonra doğruldu ve ayaklarını yataktan sarkıttı. Ayakları tam da erkek kardeşinin yüzüne geldi. Bunu kabalık olsun diye yapmamıştı. Ama ranzalarda bazen olurdu böyle şeyler. Ama erkek kardeş o sabah pek havasında değildi. "Kız kardeşim çek şu ayaklarını" diyerek bağırdı. Bilmiyorum, birisinin ayaklarını suratınıza dayaması için hangi gün uygun bir gündür. Kız kardeşi aşağıya sarkıyor ve "ayaklarım pis değil ve onlarda senin yüzünde değil" diye bağırıyor. "Sen kes sesini" diye bağırdı kız kardeş. Erkek kardeş daha cevap vermeden banyoya kaçıverdi. Dişlerini fırçalarken, yıkanırken ve kürkünü tararken epey oyalandı. Erkek kardeş kapıya vurarak, "o banyodan çıksan, artık iyi olur" diye bağırdı. Baba ayı yatak odasında çıktı ve "erkek kardeş, kız kardeşine bağırmaman gerektiğini biliyorsun" dedi. Erkek kardeş ayı da "tuvalette çok oyalandı ve bunu da kasıtlı yapıyor" dedi. Tam erkek kardeş kapıyı vuracakken, kız kardeş kapıyı açtı ve güler yüzle "günaydın babacığım" dedi. Erkek kardeş hırladı. Erkek ve kız, o sabah birbirlerine "lütfen" ve "teşekkür ederim" demediler. Çünkü konuşmuyorlardı. Okul otobüsünde de beraber oturmadılar. Kız öne, erkek arkaya oturdu. Gittikçe aralarındaki durum tırmanıyor ve şu anda da kimin kime kızdığı belli değil. Daha sonra, normalde paylaştıkları şeyleri birbirlerinden alarak, birbirlerine ters davranmaya devam ettiler. Kız, erkeğin bir dinazor yaptığı oyun çamurunu aldı ve onu büyük bir yuvarlak haline getirdi. Erkek, oyuncak kamyon ve trenlerini aldı ve kızın yetişemeyeceği bir rafa koydu. O kadar kızdılar ki birbirlerine, konuşmadıklarını unutup, daha öncekinden de sert bağırmaya başladılar. O anda artık baba da kontrolünü kaybetti ve onlara bağırmamaları için bağırmaya başladı. Komşular hangisinin daha kötü olduğuna karar veremedi. Büyük fırtına mı, yoksa ayıların evinden gelen gürültüler mi. Komşuları, kurbağa, kuşlar, kaplumbağa ve sincaptı. Annenin canına tak etmişti ve iki parmağını ağzına sokup, çok keskin bir ıslık savurdu. Baba ve yavrular, o kadar şaşırdılar ki bağırmayı kestiler. Kız "böyle ıslık çalabildiğini bilmiyordum anne" dedi. "Evet çalabiliyorum" dedi anne ve "aynı zamanda size bu aptal kavganızdan bıktığımı da söyleyebilirim". "Eminim ne için kavga ettiğinizi bile hatırlayamıyorsunuzdur". Yavrular hatırlamaya çalıştılar, ama hatırlayamadılar. Anne yavruları kucağına oturttu ve şöyle dedi: "Herkes zaman zaman birbiriyle tartışabilir. Birbirini çok seven ayılar bile". "Biz hiç tartışmayız" dedi baba. "Hayır, tartışırız" dedi anne. "Hayır, tartışmayız" dedi baba. "İşte şimdi tartışıyoruz" dedi anne, "tartışıp tartışmadığımız hakkında". Bence kitabın fazla hızlı gittiği yer burası. Burada derde giriyor başı biraz. Çocuklar tartışırken onları kucağınıza oturtup, "evet herkes her zaman tartışabilir, hadi anlaşalım, barışalım" demek kolay değildir. Baba bu tartışma üzerine düşünürken, anne arada bir tartışmanın birlikte yaşamanın bir parçası olduğunu söyler. "Sinirleniriz, hatta birbirimize isimler takarız. Ama bir süre sonra bu geçer".

Burada, annenin bazen sinirlenip, kastetmediğimiz şeyler söyleyebiliriz demesine katılmıyorum. Bence sinirleniriz, kırıcı şeyler söyleriz ve bunları kastediyoruzdur. Ve bunları geri almak da mümkün değil. Yani orada söylemimizi değiştirebiliriz, özür dileyebiliriz, ama oradaki öfke ve nefret gerçektir. "Fırtına gibi mi" diye sordu kız. Yağmur neredeyse durmuştu ve güneş bulutların arasından kendini göstermeye başlamıştı. "Evet, aynı fırtına gibi" dedi anne. "Bakın" dedi, "son yağmur damlalarının üzerinde parlayan güneş bir gökkuşağı yarattı". "Gökkuşağı fırtınadan sonra olan çok güzel bir şeydir" dedi anne, yavrularına bakarak. "Yani büyük bir kavgadan sonra barışmak gibi mi" diye sordular. Anne "öyle gibi" dedi. Buna bir çocuğun inanacağını düşünen var mı aranızda. Bu deneyimsel olarak ne anlama geliyor? Yani öfkelenmemeleri mi gerekiyor, öfkeleri gerçek mi değil, biran öfkeli, sonraki an neşeli mi olabilirler...

Kız ve erkek sarıldılar, barıştılar ve bir dahaki kavgalarına kadar gayet güzel anlaştılar.

Kendilik psikolojisiyle ilgili en büyük eleştirilerden biri de budur. Mutlu bir yüz takınırız ve herşeye anlayış gösteririz, herşeyi anlamaya çalışırız.

Bence bu hikaye şöyle biterdi, bu hikayeye uymazdı ama gerçekliğe uyardı belki. Barışırlardı, ama masanın altından birbirlerini tekmelemeye devam ederlerdi. Hatta olması daha muhtemel olan şey, bir süreliğine ikisinin ayrı yollara gitmesi, bir iki saat başka şeylerle uğraşmaları, sonra belki tekrar biraraya gelmeleri olabilirdi.

Bu hikaye ilk bakışta empati ve anlayışla ilgili zannedilebilir, ama aslında değil. Benim size bunu okuma sebebim, saldırganlığın nasıl tırmandığını, ayağın sallanması gibi basit bir şeyden öfkelenip, bunun gittikçe tırmandığını göstermekti.

Bu kitap ve bu serideki kitaplar, ahlak hikayeleri, ahlaki bir mesaj veren kitaplar. Muhtemelen de içlerinde bazı deneyime yakın unsurlar var, ama sonra bir yerden itibaren yanlış yönlere gidiyorlar. Yine de bu kitap da çocuk edebiyatından öfkenin nasıl hakaretten doğduğuna güzel bir örnek. Surata ayak sallanması büyük bir hakaret ve öfkeyi doğuruyor.

Aslında bu saldırganlık değil, öfke. Saldırganlık başka bir kurama ait bir kavram. İçgüdü kuramının kavramı. Biz buna saldırganlık demezdik. Diğer kuram bize peki saldırganlık ne olacak diye sorduğu için bunu da ele almak zorundayız.

İkiz kız kardeşim vardı ve şunu keşfetmişti. Alnıma fiske atar gibi yaptığı zaman, yani yüzüme biraz yaklaşarak bile yapsa hem korkuyordum, hem de çok öfkeleniyordum. Bundan birkaç yıl sonra tam yüzümü döndüm ve yüzüme bir kar topu geldi. Bunlar bir şekilde birleştiler ve şimdi hala birisi yüzüme çok yaklaştığı zaman ya da yüzüme doğru bir şey attığı zaman çok fazla tepki veriyorum. Bundan çok fazla bir öfke doğuyor, çünkü altında da korku var.

Şimdi klinik malzemeye geçiyoruz. Önce vaka hakkında bilgi vereceğim; ondan sonra seanslara geçeceğim. Arkasından da bir rapor okuyacağım. Psikolojik değerlendirme testlerini çok iyi yapan birisinin yazdığı bir rapor bu. Her çocuk aslında test olmaz, ama bu çocuk ben onu görmeden önce testten geçmişti. Raporun ilginç tarafı; bütün testi okuduğumu zannediyordum, ama şimdi hazırlanırken dönüp baktığımda, sadece sonuçları okumuşum; açıklamaları okumamışım. Bunu aklınızda tutun. Vakayı anlatırken göreceksiniz, yani o psikoloğun bununla ilgili kavrayışının ne olduğunu ve onunki ile benimkinin nasıl paralel gittiğini.

Bu bir yıl kadar önce Şubattaydı ve annesi sohbet etmek için telefon etmişti. Sanırım, çocuğuna,bir terapistin nasıl gerekip, gerekmediğini anlamaya çalışıyordu. John 9,5 yaşında ve bazı davranış problemleri var. Annesi diyor ki, tedavi için bir sosyal hizmet uzmanını görmüşler. Bu terapist, eğitim için bir gruba gitmesini önermiş. 6 ile 9 arası bir zaman bu gruba devam etmiş. Daha sonra, doktor ya da bir psikolog tarafından bir testten geçirilmiş. Tedavi olması önerilmiş. Annenin dediğine göre, testi yapan, kendine güvenle ilgi bir şeyler bulmuş test sırasında ve dünyaya bakışında da değişiklik varmış. Ebeveynler geldiler. John'ın 9,5 yaşında olduğunu ve 4.sınıfa gittiğini anlattılar. 6 yaşında bir kardeşi vardı. Adı James. Kendisinin epey sosyal ilerleme gösterdiğinden bahsettiler. Beni aradıklarında Şubatın sonuydu. Aralıkta hiçbir önemli problem yoktu; ne sosyal, ne de davranışsal anlamda. Okulda da her şey yolundaydı, ama tam Aralık ayında okulda problemler çıkmaya başladı. Noel zamanı yaklaşıyordu ve sınıftaki her çocuğun oyuncaklarını saçıp döküyordu. "Herkesde ondan var; bir tek bende yok" diyordu. Ebeveynleri de çok huzursuz olmuşlardı, çünkü kendilerini verici ebeveyn olarak görüyorlardı. Tenefüsteki spor faaliyetlerini etkilemişti bu durum. "O bana pas vermiyor, şu bana pas vermiyor" diye şikayet ediyordu. Annesi çocuğun her zaman çok fazla talepkar olduğunu söylemişti. Ben soru sormuyordum, bunları anlatıyordu anne. Anne sorunların çoğunun kardeş doğduktan 6 hafta sonra başladığını söyledi. İlk çocuktan sonra hiç çalışmamıştı anne, ama ikinci çocuktan sonra hemen çalışmaya başlamıştı. Bebeğe, kendi evinde bakan bir bebek bakıcısı vardı. Hala John'ın çok bağımlı olduğunu söylüyor anne. Şimdi bile bir yere giderken, "nereye gidiyorsun" diye soruyor bana, babasına da çıktığı zaman soruyor. Burada çok mızmız bir çocuk olduğundan bahsediyor. Çok aktif bir çocuk, geceleri uyutmuyor. Tuvalet eğitiminde bir problem olmamış.

Hemen düşünmeye başladım. Bu çocuğun nesi var ki. Şimdiye kadar pek tuhaf bir şey duymadım. Anneyle babanın aileleri ile ilgili bilgi aldım. Anne 5 çocuktan en küçük dördüncü çocuk. Ve ailenin büyük bir kısmı Michigan'da yaşıyor. Hiç kimsenin, onunki kadar küçük çocukları yok. Babanın başka şehirde yaşayan bir ablası var. Bu ablanın çocuğu var. Annenin annesi, babası hayatta. Babanın annesi ise bir yıl önce ölmüş. Baba da başka bir eyalette kendi başına yaşıyor. Sonra baba dedi ki, "benim kendime güven sorunlarım var". Sonrada bunların genetik olabileceğini söylediğinde, neredeyse yüksek sesle gülecektim. "Ne türden kendine güven sorunları genetik olabilir ki" diye sordum. Bunu Freud'un listesine eklemek lazım. Saldırganlık, cinsellik ve kendine güven problemleri genetiktir. Baba, John için bir üst sınıfa gitmenin zor olduğunu, değişikliklere zor alıştığını söylüyordu ve bir sonraki sene de okul değiştirmesi gerekecekti. Babanın uzun çalıştığını, çalıştığı şirketin kapanma tehlikesi olduğunu ve annenin de işyerinde epey stresli olduğunu anlattılar. Çocukların bu aralar çok kavga ettiğini, küçük çocuğun çok farklı ve çok fiziksel olduğunu söylediler. Ondan sonra, John'ın davranışından örnekler vermeye başladılar. "Ödevlerini yapmak istemiyor, ısrar etmek zorunda kalıyoruz. Piyano egzersizlerini yapmak istemiyor. Babası onu sabah yataktan çıkarmak, evden çıkarmak zor". "O tembellerin şahıdır" diyor. John'ın herşeyi sıkıcı ve zor bulduğunu, onu motive etmenin zor olduğunu ve negatif bir enerjisi olduğunu anlatıyor bana. Anne de "artık onunla uğraşmaktan bıktım, kendi işime bakmak istiyorum" diyor. Kendisi küçükken anne babasına saygısızlıkta bulunursa dayak yediğini anlatıyor. John herkesin kendisine haksızlık ettiğini düşünüyor. Bu ilk randevuydu ve ondan sonra arayıp benim çocuklarını görmemi istediklerini söylediler.

İlk görüştüğümüzde anne kapıdan bunları verdi elime. Seans sonrasına kadar okumadım bunu. İlk seansa oldukça istekli geldiğini hatırlıyorum John'ın. Nasıl herkesin kendisine haksızlık ettiğini, hayatın nasıl adaletsiz olduğunu ve kardeşinden nasıl nefret ettiğini anlattı.

John'ın babası, bir gün önce arayıp bana noelde olan bir olayı anlattı. Noel akşamı yemekte yaptığı bir şeyden dolayı John masadan uzaklaştırılmıştı. Babanın kızkardeşiyle çocukları da aynı zamanda oradalar. John ve kardeşi bir tartışmaya giriyorlar. Birbirlerine isimler takıyorlar. Annesi müdahale ediyor ve iki oğlana da sessiz olmalarını söylüyor. Annesini erkek kardeşini daha çok sevmekle suçluyor. Ki bu zaten genelde yaptığı bir şey. John'a herkes bunu kesmesini söylüyor, ama o tiradına devam ediyor. Sonunda annesi masadan ayrılmasını istiyor. Baba yukarı çıkıp, John'ı sakinleştirmeye çalışıyor ki masaya dönebilsin.

John annesinden ne kadar nefret ettiğini anlatıyor. Cehenneme gitmesini istediğini söylüyor. Öldüğü günü kutlayacağım diyor. Baba, John'ın böyle şeyler söylediğini bilmemi istediği için beni aramıştı. Bana bunları söylediğini bilmiyordu. Ben de bunları bildiğimi onayladım. John'ın babasının, John'a söylediği şey şuydu, "annene kızgın olduğunu ve onun için böyle şeyler söylediğini biliyorum". Bu, aslında iyi bir yorum.

Baba John'a diyor ki, "eğer sen kendine karşı daha yumuşak olur ve kendini affedebilirsen, anneni affetmende daha kolay olur. Sevdiğimiz insanlar mükemmel değildir. Onlar bizi zaman zaman hayal kırıklığına uğratırlar ve hepimiz bazen hata yaparız". John babasının kendisini sevmemesiyle ilgili yorumlarını kabul etmedi. Ama baba açıklama yapmaya devam etti ve gittikçe sinirlendi. Daha fazla yorumlar yapmaya başladı, bağırmaya başladı. Sonunda John aşağıya inmeyi kabul etti ve babası ondan annesi hakkında başka bir şey söylememesini istedi. Babası John'a dedi ki, "ben senin baban olarak anneni seviyorum ve onun hakkında böyle şeyler söylemeni istemiyorum". Bu fırsattan istifade babaya anneyle John arasındaki ilişkiyi nasıl gördüğünü sordum. O da bayağı bir çatışma olduğunun farkındaydı. İki çocuğun arasındaki kişilik farklarından ve annenin James ile nasıl daha kolay iletişim kurduğundan bahsettik.

Bunların üzerinden geçiyorum, çünkü John'la benim aramda kırılma olan bir seansdan önce olan şeyler bunlar. Babanın anlattığına göre, anne ve James yanyana oturuyorlar yemekte ve arada bir öpüşüp sarılıyorlar birbirlerine. John ise babasının yanında oturuyor. Annenin James'e sevgi gösterdiğini, ama John'a göstermediğini söylüyor. Baba bunu bir çok kez farketmiş ve anneyi de bu konuda uyarmış. Belki oturma düzenini değiştirmenin işe yarayabileceğini düşünüyor. Sonuç şu ki; çocuk annede korkunç tepkiler uyandırıyor ve annede sinirlendiği zaman çocuktan nefret ediyor. Daha sonra, baba John'ın tedavi için tel takmasını reddetmesinden bahsetti.

23 Aralıkta ortodontistle olan randevularını anlattı. John burada herhalde sinir krizi geçirmiş. Kendini banyoya kapatmış, kapıyı kilitlemiş, içine kapanmış. Doktor içeri gelip yardım etmeye çalışmış, ama hiçbir şey onu sakinleştirememiş. John tuhaf konuşacağını, yerken zorluk çekeceğini ve canının acıyacağını söyleyerek korktuğunu belli ediyor. Herkes onu yatıştırmaya çalışıyor, ama bir işe yaramıyor.

Ben babaya, anneyle beraber birkaç hafta içinde gelmelerini ve bunları konuşmamızı önerdim. Şimdi onları düzenli olarak görüyorum.

Gördüğümüz kadarıyla, John geldiği andan itibaren yaralanmaya çok açık bir çocuk. Bunun sebebini bilmiyoruz, ama tedavinin bir parçası da bu yaralanmaya müsaitliğin sebebini bulmak. Bir başka bakışaçısından, John'ın doğuştan fazla saldırganlık taşıyan bir çocuk olduğu söylenebilirdi. Ama biz bunu böyle görmüyoruz. Yaralanmayı arıyoruz.

3 Ocakta oluyor bu görüşme. Babayla olan konuşmadan sonra. Bir önceki seansta "nasıl arkadaş edinilir" konusunu konuşmuştuk. John bazen kendisini koltuğun üzerine atardı. Bir keresinde hatta birisi onu itiyormuş gibi yapmıştı. Film seyreder gibiydi. Görünmeyen bir saldırganın kurbanıydı sanki. Önceki şikayetlerden biri, John'ın bazen bir konuya takılıp, o konuda uzun uzadıya konuşması; dikkatini başka şeye yöneltememesi ve bu konuşmayı kesmenin mümkün olmamasıydı. Bu bazen doğruydu. Bazen de onun konuşmasını kesebiliyordum. Kelimelerle oynamayı da seven bir çocuktu ve seanslarda genelde söyleyeceği şeyleri "bab" kelimesiyle bitiriyordu. "Buradan çıkınca alışverişe gideceğim bab" şeklinde. Bir keresinde de bana küfürleri nasıl gizlediğini anlatmıştı. Her küfür için ona benzeyen başka bir kelime kullanıyordu. Bir sonraki seansta bundan sonra kullanacağı her cümleyi "tatlım" diye bitireceğini söyledi bana. Aynı zamanda benim ofisimde küfür etmesine izin olduğunu biliyordu. Ben daha çok bu sözlerin anlamı ve duyguların yoğunluğu üzerinde duruyordum. Küfürleri, duygu ifadesinde bir kestirme olarak görüyordum. Bunu onunla daha derinlemesine konuşmaya çalışıyordum.

O gün ciddi bir konu konuşuyorduk: "Nasıl arkadaş edinilir". Bunu konuşurken, bir taraftan da bir oyun oynuyordu. Oyunda, bir topla bir hedefi onikiden vurmaya çalışıyordu. Her vurabildiği zaman da "kıçımı öp hayatım" diyordu. Elimde olmadan güldüm ve bu da hoşuna gitti. Anlatırken bazen arkadaşından falan bahsederken birdenbire "kıçımı öp" diyordu. Ben bunu netleştirmeye çalışıyordum. Tam onu diyordun, böyle bir şey dedin. "Onun önemi yok", "o sayılmaz", "alakası yok" diyordu. Böyle güzel, eğlenceli bir seans geçirdik. İkimiz de çok güldük.

Bu son seanstan sonra babayla olan konuşma gerçekleşiyor. Ve bir sonraki seansa elinde "2001 Gerçek" isimli bir kitapla geliyor. Bunu bana okuyacaktı. Kitapta bana okumak istediği, seçtiği yerler vardı. Bunların hepsi iğrenç, korkutucu şeyler, kazalar, cinayetler, hastalıklar, insanın görünümünü bozan tıbbi durumlarla ilgiliydi. Bunu neden seansa getirdiğini; bana ne demeye çalıştığını konuşmak istedim. 15 dakika boyunca bu kitaptan okudu. Ben "ne kadar korkunç, ne kadar iğrenç bir şey" dedikçe; o daha canlanıyor ve daha çok eğleniyordu. Sonra bunu kesmek zorunda kaldım, çünkü onunla babasının beni aramasıyla ilgili konuşmak istiyordum. Ona tatilin nasıl geçtiğiyle ilgili sorular sordum. Hem sözleriyle, hem de vücut diliyle bazı sorunlar çıkmış olduğuna işaret etti. Noel gecesi yemekte olanlarla ilgili birşeyler bildiğimi ima edecek birşeyler söyledim. O da çok gerildi. Üstünde çok durmadık, ama kardeşiyle arasındaki şeye katlanmanın ne kadar zor olduğunu ve annesiyle ilgili duygularını anladığımı söyledim. Tel takmanın zorluğundan konuştuk. O gece babasını takacağım diye kandırmıştı, ama takmamıştı. Bundan da bahsetmek istemedi. Bir önceki seansta arkadaş bulmakla ilgili konuştuklarımız aklıma geldi ve ona tatili nasıl geçirdiğini arkadaşlarıyla görüşüp görüşmediğini sordum. "Hayır" dedi. Herkesin tuhaf bir çocuk olarak gördüğü bir çocukla kamptan tanıştığını, nasıl görüşmek istemediğini, bu çocuk hep onun peşinde olduğu için başkalarının kendisini nasıl tuhaf bulduğunu falan anlattı.

John'ın artan kendine güveninden ve okuldaki artan başarısından bahsettik. Bir B dışında bütün notları A idi. Bu da çok iyiydi.

Bundan sonraki bölüm sizi şaşırtabilir. Neden onun dilini kullandım, ondan çok emin değilim. Kelimeyi değiştirmeyi düşündüm, ama sonra olduğu gibi bırakmaya karar verdim. John bazen bazı şeylerden bahsederken, "Allah'ın belası bilmem ne" kelimesini kullanıyordu. Daha önce yapmış olduğum bir hata vardı. Onun en iyi arkadaşının adı Morgan, ama başka bir hastanın en iyi arkadaşının adı Jan. Bir kere onları karıştırmıştım. "Bu Jan'da nereden çıktı" diye sormuştu bana. Şimdi bu sefer de "siktirici Jan'a ne oldu" dedim. Sonrada düzeltip "siktirici Morgan" dedim. John ikinci kez aynı hatayı yapmama çok sinirlendi. Yapılan bütün hataları hatırlardı; ebeveynlerinin yaptıkları her hatayı da, benimkileri de. "Yine beni bir başkasıyla karıştırıyorsun" dedi. Bundan sonra bir öfke patlaması yaşadı. Ayakkabılarını çıkarıp bana doğru fırlattı. Tam üzerime doğru gelmedi, ama yakın geçti. "Arkadaşıma siktirici Morgan diyemezsin" dedi. İki şeye takılmıştı: Birincisi hata yapmam. İkincisi onun arkadaşına siktirici demem. Kendisi siktirici diyordu, bu yüzden ben de dememin iyi olacağını düşünmüştüm, ama yanılmışım. Sizce bu durumda ne yapmış olabilirim?

Aynı hatayı iki kere yaptığım için özür diledim. Özürümü kabul etmedi ve bağırmaya çağırmaya gittikçe daha çok sinirlenmeye devam etti. Ona "sanırım senin duygularını incittim" dedim. Ve onun dilinden konuştuğumu ve bunun için de üzgün olduğumu söyledim. Ondan bana ikinci bir şans vermesini de istedim ve kendisi için ikinci bir şans vermenin ne kadar zor olduğunu anladığımı da söyledim. Biraz yumuşadı, ama seansında sonuydu zaten. Onu önümüzdeki hafta göreceğimi söyledim. Ve bir hata daha yaptım. Çıkarken bana şöyle dedi; ki bunu annesi, babası ve kızdığı insanlar için söylüyordu zaten: "cehennemde çürü". Ve bende de bir şey yükseldi ve "ya cehenneme inanmıyorsam" dedim. Her hafta kilisenin Pazar okuluna gittiğini biliyordum. Dona kaldı ve korkunç gözlerle bana bakmaya başladı. Hiçbir şey söyleyemedi. Kitaptaki canavarlar gibiydi.

Böyle konuştuğuna göre bana çok kızmış olması gerektiğini, çünkü daha önce hiç böyle bir şey yapmadığını söyledim. Ve onu önümüzdeki hafta göreceğimi söyledim. Hiçbir şey söylemedi, bir şey de fırlatmadı, çıktı ve gitti.

İki seans daha var. Biri kısa, biri bunun kadar.

SORU: ..........................................................

CEVAP: Soruya cevap olarak, aynalama aktarımı olduğunu çok düşünmüyorum. Çünkü aynalama aktarımı bilinçdışı bir kavram. Benim yorumum daha ziyade şöyle birşeydi. Bu çocuk insanı provake eden bir çocuk, böyle çocuklarla çalışmak aslında hoşuma gidiyor. Sessiz bir çocukla çalışmaktan daha keyifli benim için. Çünkü benimde yaramaz bir tarafım var ve muhtemelen burada da provakasyona cevap veriyordum. Belki de üste çıkmaya da çalışıyordum ve öyle tırmandı. Aynı dili kullanmak iyi mi oldu, kötü mü oldu bende düşündüm sonradan. Belki yine bir kırılma olacaktı, ama en azından hakaret olmayacaktı diye düşündüm.

Allen'ın söylediği ben biraz başka türlü dinliyorum o vakayı diyor. Bence işler gayet yolunda gidiyordu o zamana kadar. On aydır devam eden bir terapi ilişkisi var. Bir şekilde iyi bir ilişki kurulmuş. Bence sessiz bir idealizasyon da sözkonusuydu orada ve ondan sonra Renee tatilde olduğu için yapılamayan bir seans var. Böyle bir durumda bu yapılamayan seansa bir tepki olması zaten beklenir.

Zaten kırılgan bir çocuk; bir de seans kaçırınca daha da kırılgan oluyor. Artı babasının arayıp benimle konuşmuş olmasında da küçük düşüren bir taraf var. Gerçi bir taraftan ben "tatil nasıl geçti" diye sorduğumda birşeyler olmuş olduğunu bir şekilde belli etti. Ben de babasıyla konuşmuş olduğumu onun bilmesini istiyordum, ama yine de babasının arayıp bana anlatmış olmasında ve anlattığı içerikte onu küçük düşüren bir taraf da vardı.

Renee'nin yaptığı hata bunun üzerine gelen bir hata. Arkadaşını yanlış bir ismle çağırıyor ve üstelikte bu ikinci kere yapılan bir hata. Her zaman söylerim: isim önemlidir, bu size bir kimlik verir. Size bu grupla ilgilide söylemiştim, bir isim bulun kendinize, o zaman varolduğunuzu hissedeceksiniz.

Benim duyduğum, arkadaşının adını yanlış söylemek, bir anlamda John'ın adını yanlış söylemek gibi bir şey ve çok büyük bir öfkeye yol açıyor. John kendisini tanınmıyormuş gibi hissediyor. Bunun üzerine Renee'nin küfretmesi sanki bilinçdışı olarak, ben seni tanıyorum, ben seni biliyorum mesajını vermek gibi. O hatayı tamir etmek için. Bir başka hipotezde, küfretmesinin sonucunda John'da bir deidealizasyon oluştu. Yani bir anda küfür eden bir yetişkin durumuna düşüyor. Benim adımı bilmemek; arkadaşımın adını bilmemek, benim varolduğumu bilmemek gibi bir şey. Bu da esas kırılmayı yaratıyor. Bunun üzerine çok sinirlenip "cehennemde çürü" diyor. Burada benim aklıma şu soru geliyor: Bu çocuğun geçmişinde ve bu gününde hayatındaki hangi önemli kişiyle ilişkisinde bu tanınmıyor olma hissi var?

Daha öncede konuştuğumuz gibi bu kendilik psikolojisinde en temelde olan şey; varlığı destekleyen çevre kavramı ve bu çevrede onun adını bilmeyen kim.

Başka çocuklarla çalışırken de küfürlü konuşur muyum, edermiyim etmezmiyim sorusu aslında bu çocuğa bağlı. Genelde yaptığım bir şey değil. Çalıştığım başka bir çocukta da olmuştu. Çok saldırgan, sadistik bir çocuktu. Ama onun bu davranışı beni rahatsız ediyordu. Onunla böyle bir ilişkim yoktu. Onda hiç böyle bir şey yapmak içimden gelmezdi.

SORU: John genelde hayal kırıklığına karşı toleransı düşük ve optimal kırılmalar bu toleransının gelişmesini sağlayabilir. Sonraki seansa nasıl geldiğini merak ediyorum.

SORU: John'ın küfür etmesini düşündüğüm zaman benim gözümde canlanan; sanki küfür ederken bir taraftan da sizin yüzünüze bakıyor, kontrol ediyor, işte bakalım ne kadarını kaldırabileceksin, ne tepki veriyorsun gibi ve sizin de ondan sonra onun dilini kullanmanız onunla beraber küfür etmeniz, ben bunu kaldırabilirim, ben senin dilinden korkmam, burada küfür edebilirsin gibi bir anlama geliyor sanki benim için.

CEVAP: Diğer yandan şunu da düşünebiliriz. John eğer eve gittiğinde küfür ettiği zaman kendisini döven püriten annesine küfür ettiğinde, kızdığı zaman "ne varki benim terapistim de küfür ediyor" deseydi ne olurdu. Bu çok ilginç olurdu herhalde, ama neyseki John terapide ne olup bittiğini evde anlatmıyordu. Ve bazen gerçekten de terapide yaptığım bazı şeyleri anneye açıklamam gerekiyordu. Anne bunlardan eleştiriye uğramış ya da ben onun yerine geçmeye çalışyormuşum gibi hissedebiliyordu, ama doğrusu bu yaptığımla çok da gurur da duymuyordum. Açıp söylemeye de niyetim yoktu.

SORU: Bazen aşırı kontrolcu, baskıcı annelerin çocuklarında obsesif kompülsif belirtileri olabiliyor. Acaba John'ın küfür etmesinin de kompülsüf bir tarafı varmıydı?

CEVAP: Pek öyle olduğunu düşünmüyorum, çünkü dışarıda arkadaşlarıylayken küfür etmiyor. Yanlız terapideyken bunu yapıyor. Daha obsesif bir taraf olarak, bazen bir fantezisini aktarırken çok kaptırıp gidebiliyor. Sonu gelmeyecekmiş gibi olabiliyor, takılıyor. Ama bu da daha iyiye doğru gidiyor.

SORU: ....................................................

CEVAP: Ben söyledim. Bunu genelde yaparım. "Babanın benimle konuştuğunu biliyor musun, seninle paylaştı mı bunu" diye sorarım. Çünkü bir çok durumda eğer arayan söylemişse bile, "hayır" derler. Benden de duymak isterler. John'la konuşurken de bundan genel olarak bahsettim. Olup bitenden haberdar olduğumu ifşa edecek kadar.

Bir daha ki sefere nasıl geldiğini tahmin ediyorsunuz. Geldi mi? Tahmin etmek isteyen var mı? Hiçbir şey olmamış gibi mi davrandı? Hayır. Kızgın ve sessizdi. John geldiğinde kulaklarından duman çıkıyordu. Çok soğuk, ama çok yoğun ve sessiz bir öfkesi vardı. Genelde hep bu öfkeye hedef olan kişinin ne yaşadığı üzerinde dururuz. Halbuki esas öfkenin zarar verdiği kişi, bu öfkeyi hisseden kişidir. Bu içten içe yer bitirir.

Yanımdan hızla geçip merdivenleri çıktı. Yanında bir oyunun el kitabı vardı. Bilgisayar oyununun. Pakette de 4 tane bilgisayar oyunu vardı. Oturdu ve bütün seans o kitabını okudu.

Allen da diyor ki, "ben yokum, o zaman sen de yoksun" mesajını veriyordu.

Ben ona "hala bana kızgın olduğunu biliyorum" dedim. O da "hadi ya" dedi. Ya da "arkadaşıma siktirici dedin, bunu yapamazsın" diyordu. Okumaya ve yüzüme bakmamaya devam etti. Ben "arada bir görmezden gelinmek kötü bir his, burası çok soğuk oldu donuyorum" gibi şeyler söyledim. "Şimdi birisi seni uzaklaştırdığı zaman ve sana kızgın olduğu zaman ne hissettiğini anlıyorum" dedim. Buna da cevap gelmedi. Dostluğumuzdan bahsediyordum. Sözümü kesti, "biz arkadaş değiliz" dedi. "Bir ilişkimiz var, genelde birşeyler hakkında konuşabiliyoruz" dedim. Divanda oturup kitabı okumaya devam etti. Divanın üzerine ayakkabılarıyla çıkmış oturuyordu. Ona divana ayaklarını koyacaksa, ayakkabılarını çıkarmasını söyledim. Gayet istekli bir şekilde ayakkabılarını çıkardı ve teker teker bana doğru fırlattı. Bazı şeylerin yapılmasına izin vermiyorum. Mesela mobilyalarla ilgili; koltuğun üzerine atlamalarına izin vermiyorum. Bana zarar vermelerine ya da kendilerine zarar vermelerine izin vermiyorum. Hala konuşmuyor. Ben de diyorum ki, "bunu geçen hafta da yapmıştın, yine ayakkabılarını bana doğru fırlatmıştın. Umarım önümüzdeki hafta bunu konuşabiliriz". Bu uyarıları defalarca yaptım, ama o bana karşılık vermemeye devam etti. Sonunda konuşmayacağına karar verince, bunu uzatacağını anlayınca, belki kartlarımı çıkarıp fal baksam daha iyi olur diye düşündüm.

Allen Siegel- Burada dikkat çekmek istediğim şey, Renee sadece John'ın duygularını tutmakla kalmıyor, bunlarla çalışıyor, incinmenin ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Daha ileri safhada bu incinmeyle ve öfkeyle çalışırken bunun genetik kökenlerine de gidilir. Bu kırılganlığa, incinmeye açıklığı yaratan şeyin ne olduğu anlaşılmaya çalışılır. Bu safhada henüz onu yapmak mümkün değil, ama en azından orada yaralanmaya sebep olan şeyin ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Onun dile getirmediği şeyi, onun yerine dile getirmeye çalışıyor.

SORU: Muhtemelen onun arkadaşının ismini başka bir isimle karıştırmak, John için masada oldukları zaman annesinin kardeşine sarılıp kendisini dışarıda bıraktığında hissettiği şeyleri hissettirmiş olmalı.

Renee Siegel- Sürekli söylediğim şey; seni bekliyorum, seni beklemeye devam edeceğimdi ve sonunda da bugün seni özledim dedim. Hayır özlemedin dedi oda. Bir sonraki seansta ne oldu sizce?

Gerçekten öyle olmasa söylemezdim bunu. Gerçekten onun konuşmasını, çıkardığı zorlukları, mücadelesini özlemiştim. Bana verdiği his, sanki hayatı için mücadele ediyormuş gibiydi. Asla kastetmediğim bir şey söylemem, çünkü bu ileride daha büyük zorluklara sebep olabilir.

Geldi, yine merhaba demeden yukarı çıktı. Kendini divanın üzerine attı ve uyuyacağını söyledi. Ben konuşmaya başlayınca, beni dinlemek istemediğini söyledi. Ben devam ettilçe gittikçe sinirlendi ve sonunda da "kes sesini" diye bağırdı. Önce ayakkabılarını divanımdan çekmesini söyledim. Ondan sonra da, "ben seninle öyle konuşmuyorum, onun için senin de benimle böyle konuşmamanı bekliyorum" dedim. Yine sesimi kesmemi söyledi. Ayakkabılarını çıkarıp bana doğru fırlattı. Ona böyle yapmamasını daha önce söylemiştim halbuki. Bunun daha ne kadar devam edeceğini, daha ne kadar sessiz kalacağını sordum, çünkü defalarca özür dilemiştim kendisinden. Sesim değişikti, onu beklemekten bıkmış gibi değildi, ama yapacak işimiz vardı ve artık bu noktanın ötesine geçmek istiyordum. Onun sözlerini kullanmakla bir hata yaptığımı anlıyordum, ama oradan artık daha ilerilere gidebilirdik. Genelde bir kişi öbürüne kızdığı ve kızılan özür dilediği zaman, o kişinin affedildiğini söyledim. "Bunu unutmayabilirsin, ama affedebilirsin; insanlar affeder" dedim. Şikayet etmeye devam etti. John'a bir sürü iyi konuşmamız olduğunu hatırlattım. "Hayır, öyle bir şey olmadı" dedi. Ona belki de ebeveynlerinden birine onun duygularını incittikleri zaman, davranmak istediği gibi davrandığını söyledim. Belki onlar onu dışarıda bırakıyorlardı, kırdıkları zaman. Önce dinledi, ama sonra kulaklarını tıkadı. İki yaşında gibi davrandığını söylemek istedim önce, ama söylemedim. "Beni duyabildiğini biliyorum, ama eğer duyamıyorsan da daha yüksek sesle konuşurum" dedim. Kendim için limonlu bir şeker çıkarttım ve bir tane de ona ikram ettim. Bu noktadan itibaren seans çok tuhaf bir hal aldı ve çok enteresan olmakla beraber, çok da değişik türden bir malzeme çıkmaya başladı. Almayacağını söyledi ve hiçbir zaman ikram ettiğimden almadığını farkedip etmediğimi sordu. Farketmediğimi söyledim. Bana onu zehirlemeye çalışıyor olabileceğimi düşündüğünü söyledi. Nasıl diye sordum. Zehirli olanları işaretlemiş olabilirsin; sen de işaretsiz olanlardan yiyorsundur dedi.

Allen Siegel- Kleinyen biri, burada bu çocuğun agresyondan dolayı bir perseküsyon kaygısına kapıldığını düşünebilir. Ama bu aslında bu kadar yoğun yaşanan bir incinmenin ve bundan sonra duyulan öfkenin bütünlüğünü çatlatıyor olmasından yani burada paranoidimsi bir tat olabilir, ama psikotik bir düşünce değil bu tam olarak. Bazen böyle hassas insanların, bu tür baskılar altında çok bozukmuş gibi göründüğünü farkedebiliriz, ama aslında o kadar da bozuk değildirler, sadece bir çatlamadır bu.

Renee Siegel- Ondan sonra bana o zamandan beri tuvaletimi de kullanmadığını söyledi. "Bunu da farketmemiş miydin" dedi. "Ben kullandığını zannediyordum" dedim, çünkü hakikaten bana öyle gelmişti. Tuvaletimde ne varmış diye sordum. Klozette zehirli bir toz olabileceğini söyledi. Benim kendi yatak odamdaki tuvaleti kullandığımı söyledi. Hayır, ben de orada ki tuvaleti kullanıyorum dedim ve ona okuldaki tuvaleti kullanıp kullanmadığını sordum. Kullandığını söyledi. Sonra penisini görebilmem için tuvaleti kullanmasını istediğimi söyledi. Daha sonra penisini bana sokmasını istediğimi söyledi. Cinsellikle ilgili merak ettiği epey şey olduğunu söyledim ve 5.sınıfta cinsel eğitim almaya başladıklarını da bildiğimi söyledim. "Hayır" dedi. Ben de ona "o zaman bu konuları merak etmeyen ilk beşinci sınıf öğrencisi sensin" dedim. Kalakaldı. Sonra ona cinsel tacizde bulunduğumu söyledi. Ondan sonra koltuğa uzandı tekrar ve bu tek kişilik tuvaletlerin olduğu yerlerde tuvalete gitmediğini söyledi. Yani umumi tuvaletlerde arada ayıran şeyler var, onlar olmadığı zaman kullanmıyormuş. Çünkü bir kere bir restoranda bir tuvalette kitli kalmıştı ve itfaiyeciler baltayla kapıyı kırıp onu çıkarmak durumunda kalmışlardı. Bunun doğruluğundan şüphe ettim

Allen Siegel- Bu hapsedilmiş bir öfke hikayesi ve Renee'de onun kapıyı açmasına yardımcı olmaya çalışıyordu.

Renee Siegel- "Ne" dedim, "pencere yok muydu?". İnanmaz gözlerle bana baktı ve "tuvaletlerde pencere olmaz ki" dedi. Buzlu camlı pencereler olabilir dedim. O da bana hak verdi.

Bir kere büyükbabasının oturduğu sitedeki bir havuzun tuvaletinde kilitli kaldığından bahsetti. Bir kere de kendi evlerinin bodrumunun tuvaletinde kilitli kaldığını anlattı. Bir keresinde oraya işemeye gitmiştim ve ellerimi de yıkamam. Bunu çok proveke edici bir şekilde söylüyor, ben de hiçbirşeyi bozuntuya vermemeye çalışıyorum. Kendi evinin tuvaletinde nasıl kilitli kalabildiğini düşünüyorum, yani oraya daha önce de gitmişti. Ellerinin yağlı olduğunu kapıyı açamadığını ve paniğe kapıldığını anlattı. On dakika boyunca annesine seslenmiş, ama annesi onu ciddiye almamış ve gelene kadar on dakika beklemek zorunda kalmış. Daha sonra John kağıttan bir ağız yapmış. Bununla benimle kavga etmek istedi. Önce limonlu bir şeker istedi. Bunun bir öksürük pastili olabileceğini düşündü ve onu sordu. Yediği öksürük pastillerini sevmiyordu, çok acı oluyorlardı. Ve daha önce yemiş olduğu mavi yeşil bir şekerin tadı da berbattı. Sordu "sende ne tür şekerler var, umarım iyidirler" ve şekeri aldı. İki tane kağıttan ağız yaptı. Elini içine sokup onları oynatabiliyordu. Biz de bunlarla kavga edecektik. İki kuş gagasına benzediklerini söyledim. O da bunu onayladı. Bana nasıl savaşmamız gerektiğini söyledi ve birbirimizi gagalamaya başladık. Ağzı ezildi ve onu düzeltmek için bir mola aldı. Daha sonra benim de başıma aynı şey geldi. Sonunda, benim ağzımın alt tarafı iyice ezilmişti. Bunu ona söyledim ve çok güldü. Ondan sonra bu savaşa devam ettik. Seansın sonuna doğru, yumuşakça ağzımı ısırdı ve ikimizi birden çöpe attı. Bunda bir problem yoktu bence. Bugün konuşabildiğimize memnun olduğumu, çünkü kendisini özlemiş olduğumu söyledim. O da bunu hiçbir yorum yapmadan kabul etti.

Annesi sonraki iki hafta benim orada olamayacağımı biliyordu. John da bir sonraki hafta, okulda bir kağıt uçak yapma dersine katılacağını anlattı. Bende Salıya kadar olamayacağım için bu derse gidebilmesinin iyi olacağını söyledim. Daha önce seansta kağıt uçaklar yapmıştı. Çıkarken ona "eminim o dersi sende verebilirdin, çok güzel kağıt uçaklar yapıyorsun" dedim. Bunu artık kabul edemedi. "Benim yaptığım origami, kağıt uçak yapmak değil" dedi. Vedalaştık ve bir iki hafta sonra görüşücektik. Konuşuyor olması beni çok rahatlatmıştı.

Allen- Çok ilginç bir seans bu ve her teorik perspektiften farklı farklı yorumlanabilir.

Renee- Bu seansta malzemenin ne kadar çabuk ve ne kadar dolu dolu geldiği beni şaşırttı, başka bir çocuk dağılabilirdi bu kadar çok şeyden.

SORU: ..................................................

CEVAP: Dün bahsedilen seans zaten son seanstı ve ondan sonra henüz bir şey olmadı. İyi gidiyor gibi.

SORU: .................................................

CEVAP: Bahsetmedi. Büyükanne hiç mesele olmadı zaten. Başka bir şehirde yaşıyordu. Aslında annesinin ve babasının akrabalarının kendisinden pek hoşlanmadığını düşünüyordu. Zaten pek kimsenin kendisinden hoşlanmadığını düşünüyordu.

SORU:...............................................

CEVAP: Bu hiç mesele olmadı aramızda. Depresyon vardı tabi, ama o kadar başka şeyler vardı ki, depresyondan hiç bahsetmedik. Aslında duyguları hakkında pek fazla yorum yapmıyordu. O duygular odada benimleyken ortaya çıkmadığı sürece. Yanlız bazen çok heyecanlı olduğu zaman, onu durduruyordum ve sen böyle ortalıkta koşuşturup dururken, seni anlamakta zorlanıyorum diyordum. Ama aslında genelde izin verirdim bunları yapmasına. Mesela kendini divanın üzerine fırlatması. İlk defa birisi kendini itiyormuş gibi yapıp kendini divanın üzerine attığında, buna izin vermiştim; ama ikinci kerede durdurdum. "Bunu daha öncede yapmıştın. Hadi bunu kelimelere dökelim konuşalım" dedim. Aslında çok sözel bir çocuk ve kelimeleri de çok iyi kullanıyor. Bir çok kereler, annesinden nefret ettiğinden, kardeşinin salak olduğundan, annesini öldüreceğinden bahsetti. Ama bunları bazen tekrar tekrar aynı şekillerde ifade ettiği oluyor. Öyle olduğu zaman, onu durduruyorum bazen. "Bunları zaten anlatmıştın, başka bir şey söyle" diyorum, çünkü aynı şeyi tekrarlama eğiliminde olan bir çocuk zaten. "Aynı şeyi tam da bu şekilde söylemiştin zaten, asıl mesele ne?" diye soruyorum ona.

Allen- Bence bu çok ilginç ve bizim için öğretici bir çocuk. Bu vakayı şu şekilde kullanabiliriz. Kendilik psikolojisinin ve ego psikolojisinin bu vakaya nasıl yaklaştıklarını karşılaştırabiliriz. Aslında Kleinyen açıdan da bakılabilir, ama Klein'a çok yakın olmadığım için buna girmiyorum. Bence burada vakayı biçim ve içerik olarak ikiye ayırabiliriz.

Kendilik psikoloğu biçime çok dikkat eder. Dürtü psikoloğu ise içeriye dikkat eder. Bununla şunu demek istiyorum. Çocuk önce tuvaletin zehirli olduğundan bahsediyor ve ondan sonra Renee'nin onun penisini görmek istediğini söylüyor. Penisimi içine sokmak istiyorsun diyor. Yani içeriğe bakarsak burada ödipal bir içerik olduğu söylenebilir. Bir ego psikoloğu bunun üzerinde durabilir, ama biçime baktığımız zaman önemli olan bahsettiği şey değildir. Bundan nasıl bahsettiği, bundan bahsederken bulunduğu duygusal durumudur. Konuşmaya başladığı zaman önce fazla heyacanlı, paranoid bir halde ve kendini içeremiyor. Renee burada biçim üzerinde duruyor; içeriğe takılmıyor. İlginç bir şey yapıyor çocuk cinsellikten bahsederken ve dağılıyor olduğunun işaretlerini verirken; Renee ona sen "cinselliği merak ediyorsun herhalde" diyor. Çocuk "hayır" etmiyorum diyor. "Renee'de ona "o zaman on yaşında cinselliği merak etmeyen bir çocuğu ilk defa görüyorum" diyor. Onun yaptığı çocuğun duygulanımsal dağılmaya yakın düzeyden daha entellektüel bir düzeye çıkmasına yardımcı olmak. Daniel Stern ve Beebe'de de buna benzer şeyler vardır. Şöyle bir örnek var: Diyelim ki, çocuğun yatma saatine yarım saat kalmış ve babayla oynuyor. Baba çocuğu heyecanlandırıyor oyun sırasında. Babalar bunu yaparlar, böyle oynarlar çocuklarıyla. Duyarlı bir anne, çocuğa hemen "hadi uyku saatin geldi, yatağa" demez. Önce onunla bir süre kendisi oynar. Onu sakinleştirir, ritmini düşürür ve ondan sonra yatırır. Renee'nin yaptığı da buydu. Çocuğu çok ajite bir durumdayken yakaladı ve bence sen cinselliği merak ediyorsun demekle yorum yapmadan çocuğu toparlamış oldu. Ondan sonra ne olduğuna bakarsak, savaş oyunu oynamaya başlıyorlar. Bu çocuk tarafından ham saldırganlığın oyun haline getirilebildiğini gösteriyor. Burada da savaş oyununda oral saldırganlık üzerinde durmak mümkün, ama esas mesele o değil. Zaten bundan sonraki oyun da sert bir oyun değil. Gayet yumuşak yaklaşıyor. Böylece ikisi arasında tam da söze dökülemeyen bir saldırganlıktan sonra bir barışma sağlanıyor.

Kendilik psikologları biçimle çok ilgilenirler. Aslında ego psikologları da biçime ilgi gösterir, onu dışarıda bırakmazlar. Ben de evvelden bir ego psikoloğuydum ve bu bağlantımdan ayrılmam da çok zor olmadı. İyi bir ego psikoloğu da duruma çok dikkat eder.

İiçerikle uğraşmanın zamanlaması da çok önemli. Yani fırtınanın ortasında, karşınızdaki insanı sakinleştirmeden içerikle uğraşamazsınız. Bu durumda, yorum yapmak sadece durumu daha kötü yapar. Onu daha çok heyecanlandırır, onun için yorumu daha sonraya bırakmak gerekir. Yetişkinlerle çalışırken bazen 3-4 yıl sonra içerikten konuşmaya başlayabilirsiniz. Yaralanma mı, bunun üzerinde durulur. Ondan sonra belki genetik meseleden konuşulmaya başlanır. Mesela John'da adının unutulmasının onun için önemi neydi? Onda bu hassasiyeti yaratan ne olmuştu, evdeki kişilerle buna benzer ne yaşanmıştı? Böyle şeylerin üzerinde durulabilir. Dürtü psikoloğu başka türden şeylerin üzerinde durabilir.

Renee- Bu garip malzemeye baktığım zaman o sırada çok korkmuş olabilirdim diye düşünüyorum. Yani çok hızlı bir şekilde bir sürü farklı şey geliyor, ama aslında bir hikaye var ve gelen şeyler bir bütün teşkil ediyor. Aslında bunlar birkaç seans böyle gündeme gelmiş meselelerdi. Mesela hayatım deyip gülümsediği zaman, bununla ilgili yorum yapmayacaktım Yani bana yakın olmaya çalıştığını, bunun cinsel bir şey olduğunu falan söylemek doğru olmayacaktı. Çünkü ne olduğunu zaten tam olarak bilmiyordum. Zaten yaralanmayla ilgili bu durum 3 haftadır sürüyordu. Bu çocuğun yaralanma konusunda kendini hakarete uğramış hissettiği durumlar karşısında ne kadar hassas olduğunu ve buna saldırgan bir tepki verdiğini, sert kelimeler kullandığını zaten biliyordum ve buna alışkındım. Tuvaletteki zehirden, tuvalette kilitli kalmaktan, kimsenin kendisini duymamasından bahsettiği zaman ben onun dağılmasından pekde korkmadım. Aslında bu çocuk daireyi tamamlayabiliyordu, yani yaralanmadan başlayıp, bunu sürdürebiliyordu. Bu işin ilk kısmıydı. Ondan sonrası, bilinçli yapılan bir şey değildi, yani ona bir şey söyletmek için benim bir şey söylemem ya da yapmam değildi. Yani ben kendim bir limon şekeri atıyordum ağzıma. Nezaketen "ister misin" diye ona da sormuştum. Bütün zehirlenmeyle ilgili konuşma böyle başladı. Bu da ona tuvaletle ilgili düşüncelerini, kilitli kalma hikayelerini hatırlattı. Tuvaletle ilgili konuşmadan sonra, cinsellikle ilgili konuşmaya geçti. Penisini görmek istediğim, penisini içime sokmak istediğimden bahsettiği zaman da onun dağılmakta olduğunu ve psikotik sürece girdiğini düşünmedim. Bu da beni korkutmadı, çünkü zaten cinsellikle ilgili konuları merak ettiğini biliyordum. 5. sınıfta cinsel eğitim almaya başlamışlardı. Bunları da biliyordum. Böyle bir durumda mizahı kullanmam; bunu normalize etmem, ona "tamam, merak ediyorsun, ne var ki bunda, herkes merak eder" demem onu sakinleştirdi. Eğer istiyorsa; bundan da bahsedebileceğini öğrendi.

Burada konuşmanın cinsel içeriğinde kalmak, anafikri kaçırmamıza sebep olurdu. Anafikirde; yaralanmaydı. Zaten cinsel içerikli konuşmayı normalize ettikten sonraki çağrışımları, terkedilmeyle ve izolasyonla ilgiliydi. Tuvalette kapalı kalma hikayeleri geldi ardından. Bunun bir tanesinin fantezi olduğunu düşünüyorum. Ondan sonra, yanyana pisuar olmayan yerlerde tuvalete gitmediğinden bahsetti. Bu da bence yalnız olmamakla ilgiliydi ve bunun arkasından da esas mesele geldi. Annesinin onu farketmemesi, farketsede, duysada; yanına gelmesinin çok uzun zaman alması ve onu görmezden gelmesi. Tuvalette kilitli kalmak, on dakika kadar da beklemek zorunda olmak bir yetişkin için bile korkutucu olabilecek bir deneyim. Bunu böyle aldığımız zaman, cinsel içeriğe takılmadığımız zaman çocuk sakinleşti. Ondan sonra da oyun oynamaya başladık. Bu bir savaş oyunuydu, ama yanlız adı böyleydi. Bazı çocuklar bu tür oyunlarda oldukça saldırganlaşır. Onunki çok yumuşaktı ve bu sırada konuşabiliyorduk. Bu çocuk normalde benimle oynamayan, satranç ya da dama oynamaya yanaşmayan bir çocuktu. Genelde konuşmayı tercih eder, ancak çok heyecanlandığı zaman tepkileri fizikselleşir. Koltuğun üzerinde zıplar, kendini yere atar. Alt katta Allen'in seansı varken gürültü yapar. Bazen onu durdurmaya çalışırım. Bu çocukta önemli olan, bana psikotik olduğunu düşündürmeyen; daireyi tamamlayabiliyor olması. Yani yükseliyor yükseliyor; heyecanlanıyor, ama ondan sonra bunu anlamlandırabiliyor ki bunu her çocuk yapamaz.

Böyle bir çocukla çalışırken, teşhisi kafanızda belirsiz tutarsınız. İlk bakışta, hiperaktif olması düşünülebilir. Sonra anlaşılıyor ki değil. Çocuk çabuk sakinleşebiliyor. Psikotik olma ihtimali düşünülebilir. Bu da zaman içinde netleşir. Çocuğa herhangi birşeyden bahsetmemesi, herhengi bir şey yapmaması söylenmez, normalde o yapacağını yapar. Mesele artık ona dur denen noktadadır. Bunu kontrol etmek değil, onun duygulanımlarını modüle etmesine yardımcı olmaya çalışmak; onun için bu işlevi görmek önemlidir.

Allen- Renee'nin son söylediği şey, masaya yatırmamız gereken önemli bir şey: Terapistin belirsizlikle yaşadığı. İşimizi yaparken de bilmeme durumunda rahat olma kapasitemizi geliştirmemiz çok önemli. Bazen de tam olarak ne olup bittiğini çok ileri bir zamana kadar bilemeyiz. Bazen bir vaka okuruz. Bazen böyle bir yerde bir vaka dinleriz. Orada çok net dinamikler vardır. Bunlar gayet toplu bir şekilde güzelce anlatılır. Ama bunlar hep vakaya geri dönülüp bakıldığında görülebilen şeylerdir. Seansta buna vakit yoktur. Seansta o anı yakalamak; o anı hastayla beraber yaşamak durumundayızdır. Terapi sanatının ki terapi bence bir sanattır, bir tarafı da kendini bilmek ve kendine güvenmektir. Bunun önemli bir yanı da kendi kişiliğini bilip, kullandığın kurama yedirebilmektir.

.Alıntıdır.
 

Forum istatistikleri

Konular
18,892
Mesajlar
30,368
Kullanıcılar
27,851
Son üye
Mfbos
×